TR EN

Dil Seçin

Ara

Yenilgide De Başarıda Da O'na Yönelmek

Yenilgide De Başarıda Da O'na Yönelmek

Kul olan, yenilgide O’na yönelmeli, başarının da O’nun dilemesiyle geldiğini bilmelidir.

İnsanın hayat serüvenini, tek bir seçenekte özetlemek mümkün: İnsan ya bir Yaratıcının varlığını kabul ederek yaşar, yahut kendisini tanrılaştırmaya kalkışır.

Her bir insan için geçerli olan bu durum, bir açıdan, insanlık tarihinin de özeti gibidir. Kişiler ve toplumlar ya bir Yaratıcıya teslimiyetin huzuruyla yaşamış, yahut yaratılmış olduğu halde Yaratıcı rolü kapmaya çalışmak gibi hazin bir çelişkiye duçar olmuşlardır.

Kendi halini, insanlık durumunu, yaratılmışlığı itibarıyla sınırlarını kabul etmek varken, kendisini Mabuda lâyık vasıflarla tarif etmeye kalkışmanın elbette anlaşılır bir tarafı yoktur. Yaratılmış olan, nasıl yaratabilir ki? Gelin görün ki, nice nice insan kendisini mükemmel, kusursuz, herşeyi bilir, her istediğini yapar halde görme telaşındadır yine de.

İnsanın bu çetin imtihanda haddini ve Rabbini bilip bilmediğinin, biliyorsa ne derece bildiğinin en açık şekilde ortaya çıktığı anlar, yenilgi ve zafer anları olarak gözükür bana. Kul olduğunu, yaratılmış olduğunu, gücün de, servetin de, ilmin de kendi malı ve eseri olmadığını bilen açısından ne zaferden şımarıklık, ne de yenilgiden eziklik çıkar.

Bir başarı halinde, bilir ki, Allah’ın yardımının ‘muvafakat’ıyla ‘muvaffakiyet’ gelmiştir. Dile yerleşmiş o güzel ifadeyle, “gayret bizden, tevfik Allah’tan”dır. Dolayısıyla, ancak O’nun dilemesiyle varolan bir güzel sonuçtan dolayı insanın şımarıp kibirlenmeye asla hakkı yoktur.

Bir yenilgi halinde de, bilir ki, o elinden geleni yapmış, kendi vazifesini yerine getirmiştir. Kul olarak, ona düşen, kendi vazifesini yapmaktır zaten. Sonuç, onun elinde değildir. O, gayretiyle, çabasıyla dergâh-ı ilâhîye dilekçesini arzetmiş, ama âlemler Rabbi onun istediği sonuca ‘muvafakat’ etmemiştir.

Sonuçta, ister galip olsun ister mağlup, ister zafer kazansın ister yenilsin, buradan arızalı bir ruh hali devşirmez kendini ve Rabbini bilen insan. Ne zaferden üstünlük kompleksi üretir, ne yenilgiyle aşağılık kompleksine düşer. Ne galibiyetle megaloman olur, ne de mağlubiyetle ezik…

En başta, Allah’ın peygamberleri en güzel örneğidir bunun. Onlar, bütün insanlara örnek birer insan olarak, hayatın her türlü halini yaşamış; ama ne gurur sapağına kaymış, ne de eziklik çukuruna düşmüşlerdir. Kendi vazifelerini yapmış, sonuç ne olursa olsun, olup bitenin Allah’ın dilemesi, kudreti ve takdiriyle olduğunu bilmenin huzurunu yaşamışlardır.

Meselâ, ne zaman istediği ama ulaşamadığı bir sonuç, hedeflediği ama gerçekleşmeyen bir başarı karşısında ruh hali bozulan bir insan görsem, Nuh aleyhisselamın duası gelir aklıma. O kadar uzun seneler boyu kavmine o kadar güzel bir şekilde hakikati anlatmasına karşılık alamamıştır Nuh aleyhisselam. Birkaç kişi hariç, insanlar onun Allah’ın yoluna olan davetine kulak kapamışlardır. Dahası, onu anlamayanlar, onun sesine kulağını kapatanlar arasında, karısı ve bir oğlu da vardır. Bu durumu sabırla karşıladığını görürüz onun. Bir kompleks üretmek yerine, halini dosdoğru şekilde Rabbine arzeder durumda görürüz: “Yenildim Allahım, yardım et!”

Hz. Musa’nın ölüm tehdidiyle yerinden yurdundan mecburen uzaklaşmış halde ettiği “Allahım, Senden gelecek her hayra muhtacım” duasında; Hz. Yusuf’un “Ben nefsimi temize çıkarmam” diye başlayan yakarışında; Hz. Yunus’un “Ben zalimlerden oldum” cümlesini de içeren münacatında hep aynı ders vardır. Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselamın, Taif’ten de taşlanarak ayrıldığı bir zamanda ettiği “Ey çaresizlerin Rabbi, sen benim Rabbimsin!” cümlesini içeren duasında da…

Aynısı, galibiyet durumunda da çıkar karşımıza. Yenilgiyi doğru okuyan, galibiyeti de doğru okur. Yenilgiyi hazmeden, zaferi de hazmeder. Yenilgide kulluğunu bilen, başarı halinde de kulluğunun gereğince davranır.

Tersi de geçerlidir: İlkini hazmedemeyen, ikinciyi hiç hazmedemez. Yenilgiden aşağılık kompleksi üreten, başarıdan ise üstünlük kompleksi üretir. İlkiyle ezikleşen, ikincisiyle etten bir kibir âbidesine dönüştürür kendisini.

Halbuki, yine peygamberler, mağlubiyet halini kulluklarını bir kere daha idrakin ve bir kere daha Allah’a yönelmenin vesilesi kıldıkları gibi; zafer halinde de yüzlerini yine O’na çevirmişlerdir. O güne kadar başka hiç kimseye nasip olmayan bir servet ve kudret kendisine verildiğine Süleyman aleyhisselamın söylediği söz, bunun bir örneğidir: “Rabbim beni imtihan ediyor: Bunu O’nun ikramı bilip şükür mü edeceğim, bunun O’ndan geldiğini unutup nankörlüğe mi düşeceğim?”

Aynı hal, kendisinin ve mü’minlerin onüç yıl her türlü eziyete maruz kaldığı, canına kastedildiği, en sonunda terketmeye mecbur bırakıldığı Mekke, hicretten sekiz sene sonra fethedildiğinde, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamda da görülür. Kudsî nebî, dün mü’minleri her türlü eziyetle kovanların başları omuzlarına çökmüş halde Mekke fethedilirken, dilinde şu şükür ifadeleriyle girer Mekke vadisine: “Allah sözünü yerine getirdi, kuluna yardım etti ve birleşik hizipleri tek başına yenilgiye uğrattı.”

Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselamdan sahabiler de bu dersi aldıkları, onlar da bu zafer ve fetih anını hakkıyla hazmettikleri, bu sonuçtan kendi nefislerine dönük bir üstünlük ve kibir yorumu çıkarmadıkları için, tek bir taşkınlık, en ufak bir zafer sarhoşluğu yaşanmadan gerçekleşir bu büyük fetih.

Ne zaman Nasr sûresini okuyor olsam, “Allah’ın yardımıyla zaferin geldiği ve insanlar bölük bölük Allah’ın dinine girmeye başladığı sırada” Resûlullah’ın şahsında hepimizi ‘istiğfara’ davet eden âyete geldiğimde, bu mânâlar ve bu hatıralar gelir aklıma.

Bu mânâ ve hatıraların eşliğinde, insanın maddî bedeni kadar, manevî bünyesi için de ‘hazmın’ büyük nimet, ‘hazımsızlığın’ büyük bela olduğunu düşünürüm.

İnsanın bu dünyadaki en büyük imtihanı, kul olduğu gerçeğini hazmedip, bu gerçeğin kılcal damarlardan yayılarak en ücra hücresine kadar yerleşmesini sağlamaktır. Bu gerçeği sindirdiğinde, yenilgi halinde de, zafer halinde de insanlığını korur insan. Bu gerçeği hazmedemediğinde ise, her iki halde de insanlığından çıkar.

Ve, gazete köşelerinde, televizyon haberlerinde, tartışma programlarında, üçüncü sayfa haberlerinde yenilgi veya zafer halinde sergilenen her türlü şaşkınlığı ve taşkınlığı gördüğümde, bu ‘hazım’ meselesi gelir aklıma.

Kul olan, kulluğunu hazmetmelidir.

Kul olan, aciz olduğunu, zayıf olduğunu, eksik olduğunu bilmeli; kendisini Mâbuda lâyık kadîr-i mutlak, alîm-i mutlak, mükemmel, kusursuz gibi sıfatlar içinde görme sevdasından vazgeçmeli; eleştiriye de, reddedilmeye de açık olabilmelidir.

Kul olan, yenilgide O’na yönelmeli, başarının da O’nun dilemesiyle geldiğini bilmelidir.

Yok eğer yenilgiden ümitsizlik ve eziklik, zaferden sahiplenme ve üstünlük kompleksi üretiyorsa kişi, ortada bir hazım problemi var demektir.

Hem de, tedavi edilmezse iki dünya hayatını birden zehirleyen bir hazım problemi…

Allah korusun!