TR EN

Dil Seçin

Ara

Buzul Çağı

Buzul Çağı

Soğuktan iyice titrekleşen kalemimize bu ay hep karlı kışlı hâtıralar üşüşmekte...  

Hattâ suhûnet biraz daha düşerse, deryâ bile donacak; Boğaziçi, "buz kıran" gemilerin güçlükle ilerlediği Kutup Denizlerine benzeyiverecek!..

Ama önce, güneşli ılık günlerden başlayalım... 60 yıl kadar gerilere gitmemiz gerekiyor; Kabataş Erkek Lisesi'nde yatılı okuduğumuz senelere...

Bugünden bakınca daha iyi görüyorum ki, çocukluktan ilk gençliğe geçtiğimiz, hayâllere hülyâlara alabildiğine açık, ümitlere bin endişe katılmış, sevgilerin korkularla tereddütlerle harman olduğu o zor yıllarımızda, mekân ve muhît bakımından, büyük bir şansa sahipmişiz!.. Tâbir câizse, tiyatro sahnemiz Sultanların Yazlık Sarayı, dekorumuz Boğaziçi, yönetmenlerimiz ise, Kabataş'ın anlı şanlı hocaları!.. Dış şartlar mükemmel görünüyor; gerisi, iyi bir senaryo'ya ve oyuncuların kabiliyetine ve gayretine kalıyor...

Peki, netice ne oldu?.. Oyun, iyi gişe yaptı mı? Yâni, bütün bu elverişli görünen imkânlar, bizlere fazladan ne sağladı? Ve, asıl olması gerekenler neydi?..

Bu soruları, soru olarak bırakıp geçmek istiyoruz... Kabataş, çok bakımdan bizler için bir nimetti elbette; ancak daha ileriye gidecek olursak, iş, mücerret mânâda "Eğitim"in, dünüyle bugünüyle teşrîhine, tenkîdine ve belki teşhîrine kadar gelir dayanır... Ve bu saatten sonra, "Saklı Târih"le yeninden yaka paça olmaya mecbur kalırız...

Biz artık, kılıcımızı kınına koyduk; varsın orada dursun!.. Zaten, genç kalemler bize ihtiyaç bırakmıyor; çok şükür!..

...

Evet... Boğaziçi ile iç içeydik!.. O güzeller güzeli ile el ele, diz dizeydik... Eşsiz manzara, serin Boğaz esintisi, mis gibi yosun kokusu, martı çığlıkları, vapur düdükleri...

Yakından geçen vapurlara hep bir ağızdan tempoyla seslenirdik: "Kaptan düdük çal... kaptan düdük çal!.."... Kaptan amcalar çok defa bizi kırmaz, çalarlardı. Çalınca, hep birden alkış!..

Sanırım, "toplu eylem"in ilk mâsum provalarıydı bunlar. İsteklerimizi çoğunluk baskısıyla yaptırmanın ucuz ve kurnazca yolunu "uygulamalı" olarak öğreniyorduk işte!..

Ama ben ve pek çok arkadaşım sonraki yıllarda kalabalıklara hiç katılmadı.. Anonim kolaylıkların meccânî muvaffakiyetlerine tenezzül etmeyecek bir şahsiyete ve nefs emniyetine sahiptik; öyle yetiştirilmiştik!...

Evet; gürültü patırtı caddesi, bizi, gerçek başarıların gül bahçeli saraylarına götüremez!.. Balta dağları inletirken, orman, sessiz sedâsız, hayâtı bestelemeye devam eder!..

...

Bir başka güzellik... Güneşin deniz yüzeyinden yansıttığı kıpır kıpır ışık hüzmeleri, sınıflarımızın yüksek tavanlarına akseder, "barok" tarzı nakışların târihî ağırbaşlılıkları ve esrarlı durgunluklar, bir anda neş'eli bir renk cümbüşüne dönüverirdi...

Kabataş Erkek Lisesi'nin bizlere sunduğu daha nice güzellikler vardı... Kayıkhane'den çıkardığımız "iki çifte dümencili" futa ile Ortaköy'den tâ Bebek koyuna gidişlerimiz... Arnavutköy'ün "Akıntı Burnu"nu dümencimizin hızlı tempo ile söylediği: "Beraber... beraber!.." komutuyla zar zor geçişimizin heyecanı... İstavrit yemi ile tuttuğumuz yemyeşil palamutlar!... Evet; palamut, sudan ilk çıktığında yosun yeşilidir. Sonra cam göbeği, turkuaz, lâcivert... Ve nihayet, bir iki günden sonra morumsu gri bir renk alır ki, artık bayatladığına işarettir!.. Balıkçıdan palamut alırken, bu formülü unutmayın!.. Az da olsa yeşillik görürseniz hiç kaçırmayın; taptazedir!.. Bizim palamutları ise, "aşçı amcamız" fırında plâki'ye dönüştürür, bize ziyafet çekerdi.

Mayıs sonu açmaya başlayan mis kokulu manolyalar... Denize atlama, yüzme ve dalma yarışlarımız...

Tatlı hâtıralar, saymakla bitmiyor... Ancak, benim ruhumda biraz ürkütücü, korkutucu izleri de kalmış olabilir Kabataş'ın... Herşeyden önce, târih dersinde öğrendiğimize göre, Sultan Abdül'azîz Hân, bu sarayda bileklerini keserek "intihar" etmişti!.. O yıllarda "Saklı Târih" yalancısı, "gerçeğin tek kaynağı" olmanın pervâsızlığı ve şımarıklığı içinde... Tâlihsiz pehlivan Sultan'ın intihar süsü verilerek katledildiğini çok sonraları öğrendik!..

Balıkçıların avlayarak okulun rıhtımına çıkardıkları 400-500 kiloluk orkinoslar, bana hep Abdül'azîz Hân'ı hatırlatırdı. O dev balıkların zıpkın yaralarından gün boyu sızan kan, şehit Sultan'ın bileklerinden boşanan kanı çağrıştırırdı!.. Hâlâ o hüznü duyar gibiyim...

Bazı geceler, koyda, karanlık sularda alınan demirlerin şıkırtılı zincir sesleri, uykularımı bölerdi... Yatakhanenin loş ışığında, gözlerimi tavandaki süslemelerin helezonlarında dolaştırırken, nedense içim tuhaf bir yalnızlık, gurbet, hasret hissi ile ezilir burkulurdu!.. Evimi, anacığımı mı özlemiştim?..

Okulun zemin katında, uzun bir koridorun sonunda karanlık bir dehliz vardı. Yıldız Sarayı'na kadar uzandığı söyleniyordu... Tünel şeklinde, taşlarla örülü, paslı bir demir parmaklıkla kapalı esrarengiz bir dehliz!..

İşte bu uykusuz gecelerde bâzan, o korkulu dehlizlerden çığlıklar duyar gibi olurdum!..

Zaman zaman, denize nâzır geniş pencerelerin önünde tellerine vurduğu bağlama'mın küçük teknesi, dertlerimin, sırlarımın ne kadarını alır, paylaşır, saklardı?.. Nihayetinde "bağlama" idi, "dîvan sazı" falan değil!..

...

Bütün bu duygu detaylarını şunun için belirtiyorum: Bilhassa "buluğ çağı" dediğimiz zor dönemde, evlâtlarımızın yanında, yakınında olmalıyız!.. Bizim, Boğaziçi ile olduğumuzdan çok daha iç içe, el ele, rûh rûha!.. "Bir eli yağda, bir eli balda" zannettiğimiz yavrularımızın bile, bize ihtiyacı var!.. Hiçbir ekran, halı saha, arkadaş grubu v.s. bizlerin sıcak yakınlığı kadar onlara gıda ve merhem olamaz!..

Ehil hocalarımızdan da feyz alarak, bu yakınlığı daha faydalı ve ilmî seviyeye getirebiliriz!..

...

Gelelim "Buzul Çağı"na!..

Çetrefil, unutulmuş eski kelimelerle dolu, belki düşük cümleli şu son dönem yazılarımızı biraz okunur hâle getirebilmek için, "son dakika", "flaş", "az sonra" gibi çarpıcı başlıklar bulmaya çalışıyoruz!.. "Çağa ayak uydurmak" buna denir işte!.. Zira, büsbütün "müşterisiz meta'" ilgisizliğine düşmek istemiyoruz... "Tevellütten mütevellit" bu hâlimizi gençlerimiz hoş görsün!.. Bize de duâ etsinler...

...

Evet... Olacaklar önceden belli gibiydi!.. Böyle soğuk bir kış görülmemişti!.. Yatakhanede karyolalarımızın üstünü çarşaflarla çadır gibi örterek, soluduğumuz havayı biraz olsun ısıtmaya çalışıyorduk!.. Gece içmek için karyolanın altına koyduğunuz şişeler yok olmuştu!.. Sabah baktığımızda, şişe yerine şişe şeklinde buzlar ve diplerinde can kırıkları!..

Denize bakan geniş büyük pencereli ve yüksek tavanlı 200 kişilik koca yatakhanede bir tek kömür sobası vardı!..

Babacığım anlatırdı: Alman Harbi yıllarında, Edirne'nin o müdhiş kışlarında, derme çatma çadırlarda erâtı ısıtmak için sobalar kurulmuş. Sobalarda odun, kömür falan yok; sadece içinde, alt hava kapağına yakın bir mum yanıyor!.. Mumun dışarıya vuran ışığı, gürül gürül yanan bir soba görüntüsü meydana getiriyor!.. Bizim sobalarımız da ondan farklı değildi; ısıtıyormuş "gibi" yapıyordu. ve o da hiç yoktan iyi idi!.. Yokluk, kıtlık seneleri; o kadar tahsisat ayrılabiliyormuş demek...

...

Şişelerimizin donduğu günlerde, bir sabah uyandık ki, ortalıkta garip bir aydınlık!.. Pencerelere koştuk; o da ne?.. Yüzdüğümüz, olta attığımız denizimiz yok olmuş!.. Her taraf bembeyaz buzlarla örtülü!.. İrili ufaklı buz adacıkları, bitişik nizam, sımsıkı birbirine geçmiş, göz alabildiğine karşı sâhile doğru uzanıyor!..

Ne zaman giyindik; sabah etüdüne ve kahvaltıya indik mi?.. Böyle durumlarda zaman durur gibi olur ya; bir başka âlemde, başka boyuttaydık sanki...

Çocuktuk; ciddî hâdiselerden bile bir oyun lezzeti süzebilirdik... İşte, neş'e içinde buzların üzerindeyiz!..

Öğretmenlerimizin ikazları boşunaydı; buzların üzerinde korkusuzca ilerlemeye ve coğrafya derslerimizde yeni öğrendiğimiz "Kutup Kâşifi" o kahraman kaptanlara taş çıkarmaya kararlıydık!..

Tâ ki, en uçtaki buz adacığının çatırtılı bir sesle kopup ayrılmasına kadar!.. Kopsun gitsin de, üzerindeki arkadaşımız ne olacak?

Müdürümüz Fâik Dranas, sâhilde çırım çırım... Coğrafî Keşiflerin öncüsü arkadaşımız ise, yeni özel adacığıyla yavaş yavaş uzaklaşmakta; korku ve çaresizlik içinde!..

"Bu meraklı maceranın sonu gelecek sayımızda!.." demenin tam zamanı gâliba!.. Ama, kalemimize fazla pay çıkarmadan, "mutlu son"u hemen anlatalım:

Çözüm, Adapazarlı hemşehrim Hasan Tever’den geldi. Karadenizli olmanın da verdiği gözü karalıkla:

"Ben şimdi onu kurtarırım!.." diyerek, bizi Kayıkhâne'ye yönlendirdi...

Hep beraber yarış futalarımızın en küçüğü olan "tek çifte"yi, eski tulumbacılar gibi tutup taşıyarak zar zor suya indirdik... Hasan, futa gibi en zayıf ve elverişsiz bir vasıta ile, timsah gibi sinsi ve acımasız kımıldanışlarla hareket eden buz kütlelerinin arasından geçti... Nasıl yaptı, nasıl etti, bîçare arkadaşımızı aldı, sâhile ulaştırdı!..

Gerisi alkışlar, tebrikler!..

...

Lâf lâfı açtı; biraz "buzluktan çıkmış" eskice ve uzunca hâtıraları sizlerle paylaştık... Ne yapalım, bizler böyleydik işte... Devrimizin imkânları, şartları bu kadardı... Yine de fena sayılmaz, değil mi?

Temennîmiz ve duâmız o ki, genç evlâtlarımız daha güzel zamanları idrâk etsinler... Daha varlıklı, daha güçlü, ama mutlaka gönül zenginlikleriyle süslü, mânâlı bir dünya kursunlar...

Buzul Çağları'nın o rûhları donduran iklimini hiç görmesinler, hiç yaşamasınlar!.. Onlara vaâd edilmiş olan o "Cennet-âsâ" baharların ılık esintilerine, gül kokularına kavuşsunlar, inşâallah!..