TR EN

Dil Seçin

Ara

Bolluk Çağı

Türkiye’de yaklaşık yirmi yıldır ilginç gelişmeler yaşa­nıyor. Türk modernleşmesi yoğun bir bireyselleşme şeklin­de tecelli ediyor. Bu toprak­larda son on yılda bu kadar çok alışveriş merkezi, bu kadar çok spor merkezi açılıp bir o kadar çok roman yazılmaya başlandıysa, “Ne oluyor?” diye sormak zamanıdır.

...

Pek çok insan anlattığı hikayenin çok önemli olduğu­na ve mutlaka anlatılması gerektiğine inanıyor. Kaldı ki roman yazarlığının da ‘bir başarı öyküsü’ne tahvil edilebil­diği günlerde yaşıyoruz. Roman yazabilmek için bir mese­lenizin olması gerekmiyor, büyük anlatıların kayıplara karıştığı bir zamanda zaten küçük hikayeler öne çıkıyor. Faulkner’in meşhur Nobel konuşmasında, ruhun ıstırabı ve teriyle karıldığını söylediği romanın yerini, artık hayal mühendisliği almış durumda. Romanın ahlaki meseleleri yok artık; roman ‘kalbin kendi çelişkileri’nden beslen­miyor. Dostoyevski kahramanlarının o yakıcı varoluşsal meseleleri, insanın özünün sorgulandığı o peygamberî söy­lem bir kenara bırakıldı. Varsa yoksa şaşırtmaca ve kurgu, varsa yoksa mühendislik! Her şeyin ruhunu kaybettiği bir çağda, romanı eğlencelik bir televizyon dizisinden ayıran özellik kayboluyor ve edebiyat, ruhu ve meselesi olmayan, edebi metni oyuncağa çeviren, egoperest oyunbazların elinde can çekişiyor. 

...

Bolluk çağının bir diğer göstergesi, alışveriş merkezleri. Modern çağın devasa mabetleri günbegün hayatımızda daha merkezi bir rol üstleniyor. Canlı, coşkulu, ele avuca sığmaz çarşıların yerini, soğuk ve kaba alışveriş merkezleri alıyor. Geçmişin ruhu, tarihin sesleri, sokakları dolaşan uğultu artık orada değil. Alışveriş merkezi her şeyin bir intizam histerisine uygun olarak kodlandığı, size alışveriş kadar sınırlı sorumlu bir eğlence de vaat eden yeni yaşama mekânına işaret ediyor. Alışveriş merkezi, arzu ile mal arasındaki boşluğu ortadan kaldırıyor. 

Alışveriş merkezinde basit bir alışverişten fazlası vardır. Temel ihtiyaç maddelerini almak için girdiğiniz bakkalda fazla oyalanmaz, ihtiyaçlarınızı alır ve çıkar gidersiniz. Oysa alışveriş merkezinde etkinlikte bulunursunuz; yürür, vitrinlere bakar, çay kahve içer, sizin gibi orada bulunan diğer insanlarla ilgilenirsiniz. Sanki orada bulunmanızın temel sebebi alışveriş değilmiş gibi bir yanılsama üretilir. “Almak zorunda değilsin”in baştan çıkarıcılığı ne fenadır! 

Alışveriş merkezi bir baştan çıkarıcıdır, orada hem ilgi hem mesafe vardır. Yakınlık ve uzaklık. Sizi kolunuzdan tutup içeri çeken, zorlayan, “Malım iyi, al” diyen kimse yok. Görünür olup da kendini satmaya çalışmayan, arzuyu nasıl da kamçılar, değil mi? 

Alışveriş ile bir kaçış rüyasına iltica ederiz. Zira gerçekliğin dünyası bize her zaman ödül sunmaz ve mükemmelliği sade­ce düşlerde bulabiliriz. Bir giysi, bir çift ayakkabı bize güzelli­ğin kapılarını aralar, bir anlığına dünyanın en güzel insanı oluveri­riz. Kendimizi kötü hissettiğimiz anlarda alışveriş bizi rahatlatır. Alışveriş, zamanımızın en büyük tesellisidir. Arzuyu doyurmak ve bunu çok çabuk yap­mak, modern hayatın en temel hedeflerinden birisi­dir. Alışverişle Batı âleminin özgürlük takıntısı ken­disine zararsız bir zemin bulur. Burada serbest seçim vardır. Burada kendi kaderini kontrol eder, kendini yapar, hayatını dönüştürürsün. 

Alışveriş merkezi yeni agoradır, şehrin yeni meydanıdır artık. İnsanlar burada da görmek ve görülmek, hareket etmek ve karşılaşmak, aynı zamanda da önemli işlerini görmek isterler. Her şey renklidir, her şey hareket halinde ve dikkati çeler durumdadır. 

...

Alışveriş merkezi ruhumuza pansuman yapar, çok şey vaat eder, her şeyi bir düş olarak sunar. Fakat orada mer­hametin tesellisi yoktur. Orada bir sükûnet, sessiz bir içe dönüş mekânı, bir düşünme adacığı bulamayız. Orada iba­dethane veya kütüphane olmaz. 

Görünen o ki bolluk çağı ruhun açlığını gidermi­yor. Yalnız kalabalıklar, içlerinin sızısını dindirmek için alışveriş merkezlerinde geziniyor ve eğlencelik romanlar okuyor. Yalnızlık büyüyor. Ruhun açlığı da. Ama umut hep var. Sözü Faulkner’e bırakıyorum: “İnsan ölümsüzdür, sadece diğer varlıklar arasında yorulmaz bir sese sahip olduğu için değil, aynı zamanda bir ruhu; şefkate, fedakârlığa ve tahammüle muktedir bir ruhu olduğu için bu böyledir."