TR EN

Dil Seçin

Ara

Dağlara Bediüzzaman Gibi Çıkmak Gerek

Hem geçmişte hem de günümüzde insanlar iki amaç için dağa çıkmışlar ve çıkmaya da devam etmektedirler…

 

Geçenlerde meşhur bir siyasetçimiz yine bazı siyasetçilerin başlarına gelenleri öğrendikten sonra ''bunlar benim başıma gelseydi, ben de dağa çıkardım'' şeklinde düşüncelerini ifade etmesinden sonra bu “Dağa çıkma” mevzuu kamuoyunda hayli tartışılan bir konu olur. Sayın siyesetçiyi, ''kendilerine zulüm yapılan insanlarla empati yapıyor” deyip haklı bulanlar olduğu gibi, “aynı zulümleri hatta daha katmerlilerini çeken insanlarımız olmuş, sözgelimi Adnan Menderes gibi; ordudan eşinin başı örtülü olduğu için, veya namaz kıldığı için türlü çeşitli işkencelere maruz kalıp daha sonra da orduyla ilişkisi kesilen, bununla da yetinilmeyip hiçbir kamu kurumunda hatta belediyelerde çalıştırılmaması için peşine özel ajanlar takılan, böylece adeta açlığa mahkum edilen ve nihayetinde bu zulümlere dayanamayıp düştüğü bunalım sonucu aklını yitirip intihar eden Abdülmuttalip Binbaşılar gibi yüzlercesi niye dağa çıkmamış” diyerek haksız bulanlar olur. Hatta bu konuda yıllarca suçsuz yere o hapisten bu hapse, o mahkemeden bu mahkemeye, o sürgün yerinden bu sürgün yerine dolaştırılan, tek suçu milletin imanının kurtulması için eserler kaleme almak olan, eserleri hiçbir suç vasfı taşımadığı halde adeta yüzlerce kişinin katili imiş gibi muameleye tabi tutulan, defalarca yemeğine zehir katılarak öldürülmeye çalışılan bir Bediüzzaman’ın yetiştirdiği yüzbinlerce talebesi olmasına rağmen, onun “Ben milletimin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım, çünkü bedenim orada yansa bile gönlüm gül ve gülistan olur” diyerek devlete isyan için dağa çıkmadığını örnek gösterenler oldu…

Hem geçmişte hem de günümüzde insanlar iki amaç için dağa çıkmışlar ve çıkmaya da devam etmektedirler… Bunlardan birincisi kurulu düzene isyan ve başkaldırarak hem kendi hakkını hem de başkalarının hakkını savunmak ve de yapılan haksızlıklardan hesap sormak için; diğeri de topyekûn insanlığın düştüğü kötü durumun farkına vararak nefsi için değil, ama insanlığın kurtuluşu için dertlenmek, çare bulmak ve çözüm üretmek amacıyla dağlara çıkmaktadır. Genelde birinci şık basit, sıradan ve herkesin yapabileceği işlerden olmasına karşı, ikinci tür dağa çıkış daha çok büyük insanlara, velilere ve peygamberlere hastır…

Peygamberlerin hayatlarına baktığımızda pek çok peygamberin peygamberlikten önce vakitlerinin önemli bir kısmını dağlarda tefekkür, tezekkür ve tahannüsle geçirdiğini görürüz. Sözgelimi Hz. Nuh (as) yaklaşık 8-10 sene dağlarda değişik işlerle uğraşırken tefekkür ufkunu yakalamış, yine Hz. Musa 8 sene dağlarda güya zahiren Hz. Şuayb’ın (as) koyunlarına çobanlık yaparken tezekkür ve tahannüs boyutuna girmiş ve yine bir başka kutlu nebi Yahya (as) da yıllarca dağlarda tefekkür ve tezekkürle vakit geçirerek ilahi mevhibeye nail olmuştu. O mübarek Nebi ki, cehennem ve kıyamet dendiğinde rengi sararır, kendinden geçerek düşer bayılırdı. Kendine gelince de Rabbinin haşyetinden dağlara kaçar, günlerce insanların arasına gelemezdi… Göbek adı Yahya olan asrın beyin yapıcısının da sık sık dağlara tefekkür ve tezekkür için çıkışında O mübarek ruhtan tevarüs edilmiş önemli bir hakikatın varlığına işaret bulunduğu dikkatlerimizden kaçmamalıdır…

Bilindiği gibi nübüvvet ve vahiy Allah Rasûlü’ne kırk yaşındayken gelmişti. Hz. Peygamber Efendimiz yaklaşık otuz yaşından itibaren kırk yaşına kadar, her yıl 3 ay, özellikle de Recep, Şaban ve Ramazan aylarında Mekke’nin kuzeydoğusundaki Gâr-ı Hira’ya çekiliyor, hem o devrin cahiliye toplumunun haram ve günahlarından kendisini soyutluyor, hem de insanlığın geleceği için tefekküre dalıyordu. Günler boyu evinden aldığı azıkla Cebel-i Nûr’a çıkar, oradaki Hira mağarasından kâh gecenin karanlığında semâyı ve onu süsleyen yıldızları, kâh yine oradan bütün ihtişâmıyla görünen Beytullah’ı/Kâbe’yi ve Harem’i seyrederdi.

Bu seyr ve müşâhede onun gönlünde dış dünya ile irtibatını azaltıp özündeki hakikati görmeye bir hazırlık mesâbesindeydi. “Tefekkür, tezekkür ve tahannüs” diye adlandırılan derin duygu, düşünce ve vecdi ihtivâ eden bu ibadet ortamında Allah Rasûlü âdeta Cebrâil ile görüşecek ve vahy-i ilâhîyi telâkki edecek bir konum için hazırlanmaktaydı. Gördüğü rüyaların sabah aydınlığı gibi aynıyla vâki olması, nübüvvetin ayak sesleriydi. Onlara “nübüvvetin kırk altıda biri” sayılan sâdık rüyalar denirdi. Çünkü yirmi üç yıllık nübüvvet süresinin altı ayını, dolayısıyla kırk altıda birini teşkil etmekteydi.

Allah Rasûlü Hira’daki süresi içinde zaman zaman ailesinin ihtiyaçlarını görmek ve kendisine azık temini maksadıyla Mekke’ye inse de vaktini daha çok burada halvet ve inzivâ ortamında taabbüd ve tahannüsle geçirirdi. Taabbüt derken, Hz. Bediüzzaman, Peygamberimizin (asm)  daha peygamberlik gelmeden de yapmış olduğu bu ibadetleri Hz. İbrahim’in (as) hanif dininin kalıntılarına dayanarak gerçekleştirdiğini 23. Mektup isimli risalesinde ifade eder. Tahannüs ise bizim dilimizde çok bilinmeyen ama önemli bir kavramdır. Tahannüs, ibadet alt yapılı olmak şartıyla insanın etrafındaki, şirke, küfre isyana ve şükürsüzlüğe karşı onlarla mücadeleyi hedefleyen bir gerilim içerisine girmesi veya bu gerilimi elde etme ameliyesidir. Bu ‘tahannüs’e sahip olan Hz. Peygamber de (sav) Gâr-ı Hira’dan Mekke’yi uzun uzun seyrederken, insanların orada Allah’ın evinde nasıl günahlara dalabildiklerini, isyan ve küfür uçurumuna nasıl yuvarlandıklarını düşünüyor, üzülüyor, dertleniyor ve insanlığın kurtuluşu için ne yapabilirim diye adeta içi içini yiyordu. Buhârî’nin Bed’ü’l-Vahy başlığı altındaki ilk bâbında Âişe vâlidemizden gelen rivâyetle uzun uzun anlatılan bu süreç, insanlığa kurtuluşu getirecek peygamberliğe ve vahy-i ilâhîye kalbî bir hazırlık süreciydi. Çünkü Onun kalbine Kur’an indirilecek ve O kutlu Nebi (sav) insanlığa şirk, küfür ve tuğyandan kurtuluşun yolunu gösterecekti. Nitekim öyle de oldu.

İnsanın sahip olduğu veya olacağı ibadet boyutlu tahannüs; yani şirke, şehvete ve kötülüklere karşı bir nefret, bir direnme ve gerilim ne kadar yüksekse o kişinin dejenere bir toplum içinde bozulması, baştan çıkması da o kadar zor olur. Nasıl okyanuslarda ve denizlerde sıcak su akıntıları soğuk suyla karışmıyor, hatta tuzluluk oranları farklı olan sular dahi gerilim oranları birbirinden farklı oldukları için—gerilim katsayısı yüksek olan düşük olanla karışmadığı gibi—manevi gerilim katsayıları yüksek olan insanlar da düşük olanlarla karışmıyor, onların manyetik alanlarına girmiyorlar, yüksek gerilimleri sayesinde bozulmaktan kurtuluyorlar.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri de özellikle Barla ve Isparta hayatında sık sık kırlara ve dağlara çıkardı. Özellikle 1926 yıllarında geldiği Barla köyünden, Mayıs ayından Ağustos ayının bazen ortası bazen de sonuna kadar o civardaki Çam dağına çıkar, bir katran ağacının başına talebelerince yapılan küçük bir hücrede tefekkür, tezekkür ve tahannüsle meşgul olurdu. Üstad Hazretlerinin bu âdetini her yıl gerçekleştirdiğini, yılda 3-4 aydan aşağı olmamak üzere 1926-33 yılları arasında sürekli tatbik ettiğini, bu katran ağacı başında tefekkür ve tezekkürle vaktini geçirdiğini, buradaki hissiyatını paylaştığı özellikle 3. ve 4. Mektup başta olmak üzere pek çok eserinin kalbine burada hutur edildiği bir çok insanın malûmudur.

Bediüzzaman Hazretleri, her yıl 3-4 ay Çam dağında kalarak elde ettiği bu taabbüd ve tahannüs ruhuyla küfre, şirke ve imansızlığa meydan okumuş, yetiştirdiği binlerce talebe ile bugünlerimizin hazırlayıcısı olmuştur. Barla’da kaldığı 6-7 yıl içinde yazdığı iman hakikatlerini içeren Risale-i Nur eserleri ümmi, doğru dürüst okuması yazması bile olmayan Isparta köylülerinin elleriyle 600.000 nüsha çoğaltılmış, iman tekniğe meydan okumuş, yazılan eserler tüm Anadolu’ya ve İslâm âlemine gönderilmiş ve âdeta küfrün beli kırılmıştır.

Evet… Üstad Hazretleri de dağa çıkmış… Ama tefekkür, taabbüd ve tahannüs gayesiyle dağlara çıkmış… Ömrünün önemli bir kısmını da dağlarda geçirmiş, oralarda zikir ve fikirle meşgul olmuş, bu toplumu ve gençliğini kurtarmak için dertlenmiş, bilenmiş ve fikirler üretmiş… Buna karşılık koskoca Ankara, bir dağda katran ağacının başındaki bu garip Bediüzzaman’dan ödü kopmuş, onu yok etmek için elinden geleni yapmış, ama Üstad yetiştirdiği binlerce öğrenci ve yazdığı kitaplarla sadece Ankara’nın değil, tüm dünyanın küfür ve ahlâksızlığını yerle bir etmiştir.

Sonuç olarak ehl-i dünyanın, dünyalarına karışacak korkusuyla yapmadıkları zulmü bırakmadıkları Bediüzzaman, dünyada bir ev sahibi bile olmamış, dağları kendine mesken eylemiş ve en sonunda da Urfa’da bir otelin, kiralık bir odasındaki kiralık bir yatakta dünya adına hiçbir mameleki olmadan ruhunu Rahman’a tertemiz olarak teslim etmiştir… Ne mutlu Bediüzzaman gibi dağlara çıkanlara… Ve ne mutlu Bediüzzaman gibi bir hayat sürenlere… Allah (cc) şefaatine hepimizi nail eylesin. Amin…