TR EN

Dil Seçin

Ara

Dünya ve İçindekilerden Daha Hayırlı Ayetler

Modern dünyanın insanları her zamankinden daha çok, özellikle günümüzde ilahi metnin ebedi, pörsümez ve solmaz hakikatlerinin rehberliğine ihtiyaç duymaktadır. İnanan insanlara yol göstericiliği ile günümüzde daha çok ihtiyaç duyulan ayetlerden bazıları da şunlardır: “Resulüm! Biz sana yepyeni ufuklar açtık. Bu barış döneminde Allah, senin geçmiş ve gelecek sıkıntılarını giderecek, sana verdiği nimeti tamamlayacak, seni düze çıkaracak ve sana, çok muhteşem zaferler kazandıracaktır.” (Fetih, 48/1-3)

Bu ayetler Hz. Peygamber’in (sav) Mekke’li müşriklerle Hudeybiye’de yaptığı ve on yıl saldırmazlık/barış antlaşmasının yapılmasından sonra nazil oldu. Hz. Peygamber (sav) bu ayetler için “Bana dünyanın tümünden daha hayırlı ayetler indirildi.” buyurdu. Ayetlerin arka planını/yorumunu/tevilini iyi bilmeyen Sahabe bunun fetih değil hezimet olduğu görüşünü yüksek sesle dillendirmişlerdi. Hz. Ömer bile Hz. Peygamber’e (sav) “Şimdi bu fetih mi yani?” şeklinde garipseyerek sorunca Nebi’nin cevabı açık ve netti: “Evet, fetihtir.”

Hudeybiye Sulhü, Müslümanların kabullenemeyeceği öyle maddeler içeriyordu ki, Hz. Ömer (ra) Allah Rasûlü’ne (sav) “Sen Allah’ın Rasûlü değil misin?” diyecek kadar üzülmüştü. Allah Rasûlü o esnada dahi sükûnetini bozmamış ve Hz. Ömer’in (ra) sorularına mülayemet ve sükûnetle cevap vermişti: “Evet, ben Allah’ın Rasûlü’yüm.” “Biz hak yolda değil miyiz?” “Evet, hak yoldayız.” “Öyleyse bu zilleti niçin kabul ediyoruz?” “Ben Allah’ın peygamberiyim ve Allah’a isyan edemem.” “Sen Kâbe’yi ziyaret edeceğimizi söylemedin mi?” “Evet, söyledim. Fakat bu sene demedim.” Daha sonraları Hz. Ömer, bu hâdiseyi her hatırlayışta ızdırapla iki büklüm olmuş ve nedamet yutkunmuştu. Kendi ifadesiyle, bu yolda nice sadakalar vermiş, nice oruçlar tutmuş ve nice istiğfarlarda bulunmuştu!..

Esas fethin ancak barış ortamında icra edilen gönül fethi olduğunu inanan insanlara anlatan ilahi metnin gerçek anlamı ve yorumu sonra anlaşıldı. Tıpkı zamanın en büyük müfessir olduğu hakikati sonradan bilindiği gibi...

Bütün siyasi görüşmeler, komşu devletlere gönderilen mesajlar/mektuplar hep bu dönemde oldu. İslâmiyet, Arap yarımadasında hızla yayılmaya başladı; öyle ki Hudeybiye Antlaşmasından Mekke’nin fethine kadar geçen “iki yıl” içinde Müslüman olanların sayısı, o güne kadar geçen “on sekiz yıl” içerisinde İslâmiyet’i kabul edenlerin sayısını aştı. Önceleri benimsenmeyen Hudeybiye Antlaşması, aslında Hz. Peygamber’in Kur’an ile de teyit edilen en büyük siyasî zaferi idi.

Fetih Suresi’nin ilk ayetlerinin nazil olması ile Medine’deki münafıklar rahatsız olmuşlardır. Hatta bu antlaşmadan dolayı kamuoyunu etkilemek için yoğun propaganda yapmışlardır. Bu propagandada öne çıkarılan argümanlar; Müslümanların Mekke müşriklerine taviz verdiği, “daha düne kadar birbirleri ile kanlı bıçaklı olanların, birbirlerini acımasızca öldürdükleri halde Hudeybiye’de barış yapmalarının anlamsız ve kendileri ile çeliştikleri” şeklinde olmuştur.

Medine’de bulunan münafıklar, Müslümanların Hicaz’da yaşayan toplumlarla barış içinde yaşamalarını istemezlerdi. Çünkü münafıkların en çok faaliyet gösterdiği zemin “savaş” zeminidir. Savaş zemini münafıklar için “katalizör” ve “görünme” işlevi görüyordu. Bunu sahip olduğu strateji ile çok iyi bilen Hz. Peygamber (sav) tarafından Hudeybiye’de Kureyşlilere istedikleri her şey verildi ve hatta Müslümanların üçüncü bir tarafla savaşmaları durumunda tarafsız kalmaları karşılığı, izzet-i nefisleri bile tatmin edildi. Hudeybiye’de o ağır şartlar karşısındaki anlaşmayı onur meselesi yapmadı. Bu, geriye adım atma demek de değildi. Problemi çözme adına karşı tarafın hissiyatını da hesaba katmaydı. O tablonun gelecek adına vaad ettiği şeyleri çok iyi görme ve tabloyu doğru okumaydı. İnat etmeme, enaniyeti hesabına iş yapmama, kırıp geçirmeme ve gelecek adına bir sürü problem oluşturmamaydı. Peygamber Efendimiz, mahruti (yukarıdan ve bütüncül) bakıyor; elli sebep ile elli sonucu birbiriyle iç içe görüp ortaya çıkması muhtemel yirmi probleme karşı otuz tane çözüm yolu düşünüyordu.

Tarih boyunca İslam’ın yayılış trendine bakıldığında hep barış zeminin öne çıktığı görülmüştür. İnsanların gönül ve kafalarını Kur’an’a açtığı iklim barış ortamıdır. Savaş atmosferinin bu yayılışı engellediği hatta gerilettiği bir vakıadır. Resûl-i Ekrem bu antlaşmadan sonra Bizans ve Sâsânî imparatorlarına, Mısır mukavkısına, Habeş Necâşîsine ve bazı Arap emirlerine mektuplar göndererek onları İslâm’a davet etmiş, “üç yıl” içinde barışçı yollarla devletini “on kat” büyütmüş ve hemen hemen bütün Arap yarımadasını hâkimiyeti altına almıştır.

Tarih boyunca “futuhu’l-buldandan” (beldelerin fethinden) önce “futuhu’l-kulub” (kalp-lerin fethi) hep öncelenmiştir. Çünkü benim gücüm var, öyle ise istediğimi yaparım ve istediğim olmalı, anlayışı ile hakikati anlatmak ürküntü ve tiksinti verir. Bir tarihçinin: “Pers krallarının onca zulümlerine rağmen dinlerinden döndüremediği Suriye Hıristiyanlarını, İslam zor kullanmadan nasıl Müslüman ettiği…” gerçeği hiç unutulmamalıdır. Bugün dünyanın en kalabalık nüfusuna sahip ülkelerden Endonezya halkının Müslüman olması, “tek kurşun” atılmadan tamamen sulh ortamında yapılan tebliğ ile gerçekleştirilmişti. Savaş meydanlarında dize gelmeyecek, getirilemeyecek kimseler sulh ortamında Müslüman olabilirler.

Evrensel metin “sulh/barış en iyi yoldur” (Nisa, 4/128) buyururken kıyamete kadar inanan insanlara takip edecekleri “yol haritasını” veriyor. Bu yol haritasının da temel parametresi barıştır; müsbet harekettir. İslam’ın gerçek anlamda hem tebliği hem de temsili ancak barış ortamında mümkündür. Farklı inanç, mezhep, fikir, din, dil sahipleri arasında barış köprüleri barış ortamında kurulur. Savaş bütün barış köprülerinin yıkıldığı arızi bir olaydır.

Tıpkı Mostar köprüsü gibi; Osmanlı’nın barış döneminde inşa edilen köprü savaş zamanında yıkıldı. Barış döneminde yeniden inşa edildi. Maddi köprüler böyle zeminde kurulduğu gibi, manevi köprülerin inşa edildiği zemin ancak ve ancak barış zeminidir. Barış ikliminde çok farklı boyutta barış ve diyalog köprüleri kurulurken savaş ortamında bütün köprüler yıkılır.

Hâlbuki en kötü durumlarda bile misyonumuzun gereği; sulhu ve selameti sergilemektir. Birilerinin savaş çığırtkanlığı, bizi de çığırtkanlığa sevketmemelidir. Savaş çığırtkanlığı fertleri ve toplumu şirazeden çıkarır. Şirazeden çıkmış insanlara bir şey anlatmak mümkün değildir. Anadolu topraklarının barış sürecine girdiği zaman diliminde bütün insanların sulha destek vermesi gerekir. Bundan hem Anadolu insanı, hem de bütün insanlık karlı çıkacaktır.