TR EN

Dil Seçin

Ara

Hasretle Geçer Ömrümüz

Hasretle Geçer Ömrümüz

“Asr-ı saadetten bir hatıra ki, ömre bedel

Ömrün içinde bir hasret ki, o ömür kadar güzel”

 

Dünya ve biz...

Dalgalı deniz...

Bazen iner, bazen yükseliriz.

Bir kararda kalmayız.

Hepimiz ama hepimiz.

Az ya da çok, bir şeyler bekler, hayattan bir şeyler ümit ederiz.

Sayısız şeylere hasretleniriz.

Kimimiz gelecek yıla, kimimiz bahara, kimimiz sabaha...

Kimimiz de o ebedî diyara. Cennete, cemalûllaha hasretleniriz. Böyle bir hasretin yâdıyla yanarız.

Hasret yumağıdır içimiz.

Kimsenin hasreti, kimseye benzemez ama hasrettir işte...

Arkanızı dönmekle geride kalmaz. Gözünüzü yummakla hayatımızdan çıkmaz.

Bir gölge gibi hasretini duyduğumuz şey, bizimle beraber yürür gider.

Hey gidi günler hey...

Çocukluktan, hayata adımımızı atmaya başladığımız daha ilk günlerden beri büyür hasretlerimiz. Yan odadan sesler gelir kulağınıza, anacığınızın sesi, yüzünüze bakmak isteyen o sevgili yüzün sesi... Yemek için değil, anne yüzünü görmek için ağlar bebekler. Annemize ağlardık ayrı odalarda. Sesimizi duyurmak için neler yapardık neler...

Sonra biraz olsun yürümek, adım atmak... O da bir hasret değil mi? Sıralar evde eşyaları. Sonra oda oda gezmek ister, tanışır evin haliyle, eski, yeni eşyasıyla. Sonra birini seçer içinden, ona bağlanır oyuncaklarından. Onu yanına almadan yatmaz, uyuyamaz. Sallanan bir atı vardır tahtadan. Üşür belki diye üstünü örtmeden yatamaz. Küçüklüğün hasreti de büyüktür.

Sonra camdan bakar o çocuk. Bulutları seyreder, arada bir kuşlar, kargalar konar yakın dallarına pencereden baktığı o ağaçların. Sonra uçakların göğün maviliğinde bıraktığı beyazlıkları seyreder hasretle ve o izlerin yavaş yavaş kayboluşunu… Gözlerinde hayretle, içinde hasretle, öyle seyreder...

“İçinde kimler var? Birbirine kavuşmak için kimler, kimi bekliyor? Nereye gidiyor bir uçak dolusu insan? İçinde derdi, kederi, neşesiyle nereye gidiyor?” diye düşünür. Düşünür de hasretlenir.

Kuşlara, uçaklara bakar, gece olur, yıldızlara bakar. Çiçekleri görenin hakkıdır yıldızları da görmek. Çiçekler ve yıldızlar yeryüzünün ve gökyüzünün kelimeleridir. Hece hece okur çocuk. Çocuk gözler büyümüştür artık. Gökyüzünde gezmek, semalarda kanat çırpmak ister. Baktıklarını tutmak ister. Bu da bir hasrettir. Kış ortasında baharı bekler. Olmaz, gelmez. Ama bekler, ister işte. Bu da bir hasrettir...

Elindeki kafesten onlarca kuşu tek tek salıp, hürriyetine kavuşturan, Ağa Camii önündeki ihtiyarı hatırlar. Neydi adı? İsmin ne önemi var ki? Kahraman bir adam işte... Yıllar önce, bir bayramın arefe günü bir kafes dolusu kuşun parasını verip kuşçudan satın alan adam. Sonra usul usul elceğiziyle onları tek tek azad eden adam. O temiz yüzlü, mübarek ihtiyarı hatırlar. “Keşke bir sarılsaydım, kucaklasaydım, ellerinden öpseydim o ihtiyarın.” diye düşünür. Kuşları Allah için salıveren o adamı hiç unutmamıştır. Şimdi nerdedir? Mekânı cennet olsun. Ona da, o ince davranışına da hasretlenir.

Aslında hep iç içeyizdir hasretle. Annelerimiz neyse de, babalarımızı sevmek zordur. Kucağına atılmak isteriz ama ellerini bile zor öperiz nedense. Gerçekleştirmek istediğimiz pek çok şey buhar olur, uçar gider... Araya giren bir yığın işler, bıçak gibi en tatlı ânını kesip gider hayatın. Bir buz parçası gibi erirsiniz, damla damla tükenirsiniz. Son bir damla kalır, bir damlacık kalır geriye. Hasretlenirsiniz...

Ne anne, ne de baba kalmıştır artık geride. Babaanne, anneanne ya da dedeler çoktan yolunu tutmuşlardır o diyarın. Kalanlarla avunursunuz. Halalarla, teyzelerle, dayılarla… Onların da yanına varıp bir türlü lâyıkıyla hal hatır soramazsınız.

Oysa onlar hep bekler. Sizi dünyalar kadar sever ve özler o insanlar hâlbuki. Olmaz, olamaz nedense kavuşmak… Hasretlenirsiniz, istersiniz ama olmaz, nedense olmaz. Sanki bir yerden tutulup, bir yerden bağlanmışsınızdır, kendi isteğinizle tutsaksınızdır dünyaya. İsteseniz de gidemezsiniz. Her yanınıza prangalar vurulmuştur.

Oysa hasretinden prangalar eskitecek sevgililer sizi bekler, geleceğiniz günü bekler.

Yüreğiniz hasretten bir yangın yeridir. Çıkarıp atamazsınız. Alan yok, satamazsınız. Size ait bir deli yürek, bir hasretli yürek vardır ‘küt küt’ atan... Sonra... Sonrası yok...

Her şey burada işte. Hasrette gizli. Hayat, herhangi bir gün değil, bugün bitecek gibi yaşandı mı, hasretiniz bir nebze olsun diner. Bir nefes alır ebediyetten, bir yudum alır da sakinleşir, susuzluğunu giderir.

Yapılması gerekenlerin listesi uzar gider. Pişmanlık diz boyu... Tövbeler art arda ve korka korka; seyrettiğim camın ardından ya bir daha gün doğmazsa? Güne, güneşe, dosta, anaya, babaya hasretle geçer gider ömrümüz...

***

“Beni tanıdın mı?” diye sorar yanı başınızdan geçen bir dostunuz. İsmiyle hitap edersiniz. Şaşırır. Hemen oracığa çöker, oturuverirsiniz. Karşılıklı ağlarsınız. Ellerinizi eline alır, “Sen ne vefalı dostsun” der, yüzünüze bakar. Bir güzel ağlarsınız... Birden hayatınız değişir üç cümleyle. Ve kovanınızı yağma edersiniz. Ballar balını bulmuşunuzdur.

Az değil, bir ömür aramışsınızdır onu ve o sözü. Bir yerde bulur, bir yerde okursunuz. Hafızanızın en güzel yerinde saklarsınız lâyık olan ellere ulaştırmak için.

***

Eski bir caminin şadırvanında oturup ağlarsınız. Çocukluğunuzu yaşarsınız. Sevdikleriniz bulut olup geçer ve bir rüzgâr değer omzunuza. Bir dost eli gibi okşar yanağınızı. “Benim” der, “eski dost...” Güneş de öyle: “Benim” der, “eski dost...”

Hayret... Burada her şey eskisi gibi yerli yerinde.

Camideki o yer ise hiç çıkmaz aklınızdan. Babanızın kıyama durduğu ve alnını secdeye koyduğu yer... İkindi güneşinin vurduğu yer... Mis gibi kokar secdelerde. Babanızdan kalma hatıra hâlâ oradadır. Belki de bir damla gözyaşı oradadır. Kurusa da izi vardır. Aynı yerde siz de namaz kılarsınız “Babam namazını burada kılmıştı.” diye. Bu hatırayı unutmaz, yıllar yılı içinizde saklarsınız. “Benim de bu camide secdede bir izim olsun.” dersiniz. Bir hasret de peşinize oradan takılır gelir.

Hasretlenirsiniz her şeye. Bir deniz gibi iner kalkar yüreğiniz. İçinizde olan biteni söyler gözlerinizdeki damlalar. Ve hasretin ebedî olanına yüzünüz döner, “Acaba o güne, o gündeki dostlara ve o muhteşem sofralara, sohbetlere çağrılabilecek miyim, o davetten nasibimi alabilecek miyim?” diye hasretlenirsiniz. “Bir an, bir tadımlık da olsa aralarında olabilecek miyim?” diye düşünür durursunuz.

Bir el dokunur omzunuza: “Dost, dostuyla beraberdir dostum.” der. “Yeter ki özle, yeter ki hasret duy, yeter ki sev.”

En yakınına, en sevdiğine bu kadar yakınken, onlardan bu kadar uzak olmak reva mı? Yoksa hayat bir rüya mı? Yaşadık, her şey bitti, gitti mi? Hayır, hayır...

Bir şair yüreğinizdeki hasretin ateşini alan iki mısra uzatır size, kırmızı beyaz iki gül gibi:

 

“Neye baksam, ardında hasret çektiğim diyar,

Kavuşmak nasıl olmaz, mademki ayrılık var...”

                                                           Necip Fazıl Kısakürek

 

Bir değil, binler defa tekrarlamak istersiniz.

Kavuşmak... Kime?

Sevdiklerimize ve En Sevgiliye (asm) ve Ona (cc). Yetti bu hasret, yetti bu firak...

“Eğer dostlardan müfarakat olmasaydı, ölüm ruhlarımıza yol bulamazdı ki, gelsin, alsın. Demek, en ziyade insanı öldüren, ahbaptan müfarakattır.” (Lem’alar, 248)

Hasretin ne demek olduğunu ben size asla anlatamam. Kelimelerim, onu anlatmaya yetmez. Sözü, sözün sultanı olan Efendimiz’e (asm) bırakıp aradan çekileyim.

Evet, size Nihat Hatipoğlu’nun bir yazısından aktaracağımız unutulmaz bir hatırayla baş başa bırakıyoruz. Hasret neymiş, siz bir de onda görün, onu okuyup anlayın, ağlayın. Sonra da dostlarınızla paylaşın.

Gönlümüz Onun hasretiyle yanarken, hatıralarımız da bir yandan coşsun ve çağlasın inşallah. Bütün kâinatla beraber hasret dolu salâvatlar gönderelim Ona (asm).

Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ Rasûlallah…

 

***

Hazret-i Peygamber’in Hasreti

Peygamber (sav), yakın dostu Hz. Ebu Bekir’in kulağına bir gün şöyle fısıldamıştı. “Ebu Bekir, biliyor musun ben bir şeyi çok arzu ederdim. Keşke olabilseydi.” diye. Sadık dost Hz. Ebu Bekir, bütün samimiyetiyle cevap verdi: “Allah’ın Resulu neyi arzu etmişti. Yapabilecek bir şey ise şayet, Ebu Bekir’in canı feda olsun. Hemen yapalım.”

O yüce insan şöyle buyurdu: “Ben şunu isterdim. Keşke annem ve babam veya onlardan biri sağ olsaydı. Ben de namaz kılıyor olsaydım. Ve ben namazdayken annem veya babamdan biri beni çağırsaydılar. ‘Muhammed! Muhammed!’ deselerdi. Ve ben de o an namazın içindeyken ‘efendim, efendim’ deseydim. Onlar için namazı bozsaydım.”