TR EN

Dil Seçin

Ara

Güzel Günler Çabuk Geçer

Hasretin zevki bir başka. İçimde kollarına doğru atılma tutkusu var İstanbul’un. Bu heyecan, evden Bismillah deyip çıktığım günün sabahında başlıyor, yüreğimde kıpırtılarla. Sevdiğime gidiyorum, sevdiklerimin yaşadığı İstanbul’a gidiyorum. Belki biraz Bursa ama, bunun dışında hiç bir şehir, hiç bir belde, İstanbul kadar bu özlem duygusunu uyandırmıyor bende. Hele de birkaç hafta uzak kalmışsam ondan, iki aydan fazlasına dayanamam İstanbul’umdan ayrılığın. O zaman bu hasret zevk olmaktan çıkar büsbütün acılara dönüşür. Bir tepeden bir deniz, bir boğaz manzarası bile, camilerin siluetini gösteren karalama bir çizgi bile yetişir bazen susuzluğumu gidermeye. Ama bu sabah içimde inanılmaz bir coşku var. Velveleler kopuyor ruhumda. Dilim dualarda. Gözüm yol boyu yeni güzelliklerin keşfinde.

Bu asude sabahlarda aklım, fikrim, bütün hasselerim, dünya karasına batmadan temiz bir iklimde yüzüyor. Aradığım bir şeyler var hayatta. Aklım bir soru yumağı... Arka arkaya sorular geçiyor zihnimden. Bilmem ki hangisine cevap arasam, hangisinin peşine düşsem? Hayır hayır, bugün sorulara cevap aramayacağım, yeter. Bu düşünceyi siliyorum bu sabahlık. Sorulara cevaplar aramıyorum. Cevaplara soruların peşindeyim bu sabah. Sorular sormak istiyorum. Sorulardan cevaplara ulaşmak istiyorum. Ne kadar da zormuş ciddi sorular sormak. İşte bu sabah böyle bir gayretin içindeyim.

Dişlerimin arasında tuttuğum karanfil, dilimde acısını hissettirdiği anda ruhumu uyandırdı. Evet. “Bir gün sana sorulmadan hayata karşı sorular sor.” dedi bir ses. Yaşadığım hayatın tamamı bir cevap olacak meleğin kabirdeki sorularına karşı. Sorular, şimdi çok önemli, çok gerekli. Ruh uyandı çünkü.

Rabbim soruların peşine düşürdüğüne göre, cevabına da ulaştıracak inşallah. Süleymaniye’yi inşa etmeden önce Mimar Sinan’ın mabedin yerini aramak için yıllarca dolaştığı söylenir. Bir büyük eser bugün bir cevap olarak karşımızda ise koca Sinan’ın aklına sorusu çok önceden düşmüş bu cevabın. Soruları yaşamadan, içimizde taşımadan hayatın içinden geçmek, uyur gezer dolaşmak gibi.

Ruhum uyandı bu sabah... Ama ne uyanış. İstesem de yatamam artık, gözümü kapayamam, açıldı bir defa. Bakın neler oldu bir günlük İstanbul macerasında...

Hay Allah, karnım da tok... Ama bu börekleri, çörekleri niye elimde taşıyorum ki?

Cevabı ağaçların dallarında ve yollarda ayçiçeği kabuklarıyla oyalanan serçeciklerdeydi. Kırıntıları ufalayıp döküverdim önlerine. Aç olsam bile, benim midem büyük, hepsini yesem bile yine tok olmam. Ama kaç serçeye rızık olacak şimdi bu birkaç çörek. Sevabını akşamdan beni düşünüp, yolluk eden komşuma yazsın Rabbim.

Rıhtımdayız. Kalkmak üzere olan vapura yaklaştık ama yetişemedik. Bir soru; ne kadar dualar ederek yola çıkmıştık, bu aksilik neden? Acele etme ey nefsim, şerrin içindeki hayrı gör... Aaa... Dakikasında hem de yıllardır görmediğim bir dost. Kucaklaşıp rıhtımda hasret gideriyoruz, çayla beraber. Acılara sabırla karşı koysak bir anda her şey tatlılaşacak. Ama nefis aceleci bir mahluk, utanması da yok...

Derken vapur... Vapurda oturacak yer yok, ayaktayız. Güneş tepemizde kavrulduk biraz. On dakikaya neler sığıyor... Ve çok geçmeden, bulunduğum yerden görünen bir İstanbul manzarası, bu sıcaklığın üzerine serin bir rüzgâr estirdi. Boğazdan gelen bu rüzgâr, içimde coşan güzellikle buluştu. Bu şehir için söylenen en güzel sözlerden biri geldi aklıma:

“Ey İstanbul, ne mutlu sana. Allah’ın sevgilisi Hz. Muhammed’i (sav) misafir edeni, Sultan Eyyüb’ü misafir ediyorsun sen. Bu şeref sana yetmez mi ey kutlu şehir?” Nerede yazılı bu kitabe bilmiyorum. Ancak bu şehre sevdalı birinin söyleyeceği dualı bir dilek bu...

Vapurun basamaklarında kuyruktayız. Bir sıkışma yaşanıyor iskelede. Gerginlik var, tez canlı herkes. Karaya adım atmadan kurtuluş yok bu sıkıntıdan. Bir soru daha; bir iki dakika sonra ferahlayacak olmamıza rağmen niyedir bu telaş? Cevabı; sevdiklerine kavuşmak için. Sevdiği ne ise, hasretini çektiği ne ise ona ulaşmak için bu telaş.

Güzel bir musiki nağmesinin ruhlar üzerinde yaptığı sakinleştirici etki ne ise, aynı anda kapıdaki görevlinin tertemiz yüzü onu yaptı işte. İnsanlara merhabalar, günaydınlarla sesleniyordu. İçten söyleyiş, içteki kiri gülümsemesiyle yıkadı gitti. Görevini hakkıyla yapan biri. Kim bilir kim? İçimizde bir sabah uyandırdın, İstanbul’a tertemiz bir adımla taşıdın bizi.

Allah’ım dünyan ne güzel. Hangi kederle, hangi dertle dolu olursak olalım yaşanmaya değer bu. Yeter ki içimizdeki iyiliğin tohumu ölmesin, çürümesin...

Işıklardayız. Tam geçecekken kırmızı yandı. Yine sabırsızlık, yine bir başka telaş. Soru; hep de beni mi buluyor bu aksilikler? Sırası mıydı kırmızı ışığın yanmasının? Halbuki cevabı hazır... Önümden geçen arabalara, içindekilere en güzel dileklerle gidişi için, o günkü tuttuğu işi için dualar yollamakmış. Bu bekleyişin bir gayesi bu imiş. Rıhtımda durup gemidekilere mendil sallayan dostlar gibi dualarımı yolladım her birine. Sonra yeşil ışıkla beraber hızlı hızlı kalabalıkların yürüyüşü.

Aaa... Önümde bir ihtiyar. Zor da yürüyor. Bu gidişle on adımlık yolu kırmızı yanmadan zor geçer. Hani insanlık öldü mü? Kimse de yok adamcağızın yanında. Şefkatim elvermedi onu kendi haline terk etmeye. Koluna girsem belki yanlış anlar.. Nasıl yardım etsem acaba diye düşündüm. Kimse kimseden emin değil, ortalık tekin değil. Boşvermek de olmaz. Ne yapsam acaba? Karşıdan arabalar da ha geçti ha geçecek. Sadece ikimiz kaldık yolda. Onu arkadan bir gölge gibi, sol elinde taşıdığı baston gibi takibe karar verdim başına bir şey gelmesin diye. Ama bu kararı verdiğim anda duyduğum sevinci size tarif edemem. Bir iyiliğin ardından Rabbime bu kadar yakın olduğumu hissetmemiştim doğrusu. Allah için oldu mu iyiliğin küçüğü yok. Karşıya geçince de aynı şeyi yaptım. Yokuşu çıkana dek izledim ihtiyarı bir koruma gibi. Ama benim onu koruduğumdan ihtiyarın hiç haberi bile yok.

“Vallahu ya simuke minennas”, “Allah seni insanların kötülüklerine karşı mutlaka koruyacaktır.” Bu âyet indiğinde kendisini müşriklere karşı kahramanca korumaya çalışan sahabelere hitaben Hz. Peygamber “Bundan sonra nöbetçiliğe gerek yok, Rabbim beni koruyacak.” buyurmuştu. Bu âyetin bu âna bir yansımasını yaşıyordum şimdi. Ne ben onu ne de o beni tanımıyorduk. Yüz yüze bile gelmemiştik. O Allah’ın bir kuluydu, melekler onu koruduğuna göre insanlar da yeryüzünde bu görevi bir şekilde yapacak ya da onlara yaptırılacaktı. İhtiyarı çok değil belki elli adım takip ettim yada etmedim o kadar. Ama ruhumda otuz kırk yıldır açılamayan bir âyetin sırrı o anda açıldı.

Allah’ım madem ki bütün yarattıklarınla beni kardeş etmişsin, karşılıklı görevler vermişsin. Ben bu iyiliği yapacak kadar bir kemalat göremiyorum kendimde. Estağfirullah diyorum, bu iyiliği de Senden biliyorum. Ruhumu neşelendirmek için öyle güzel bir senaryo hazırlıyorsun ki tanınıp bilinmeye gerek yok. Sen bil yeter. Kaderin bu derin senaryosunda isteyerek rol aldığım için, bu güzelliği senden bildiğim için bu şeref bana yeter Rabbim. Hamd ederim. Bu ve bunun gibi tüm güzelliklerimi sana borçlu olduğumu idrak ediyorum. Ve insanlara da seslenmek istiyorum. Sevinin insanlar, sevinin Allah var. Şefkatli bir Rab var. Bir an sizi yalnız bırakmayan Sevgiliniz var.

Orta yerinde İstanbul’un, o kadar kalabalık içerisinde rahmetin bir anda ve bir ihtiyarın arkasından yürürken buldu beni. Ey sevgili ihtiyar. Kim bilir gençliğinde hangi ihtiyarın arkasından yürüdün, elinden tuttun, derdine derman oldun ki Rabbin de bu demde beni senin peşine taktı. İnsanlık görevimi bildim ve eda ettim. İçimde duyduğum huzur bana mükafat olarak yeter. Ey ihtiyar amca, Peygamberim doğru söylemiş, sözünde hiç yalan yok ki Onun. Onun bir sözünü hatırladım, senin ardından yürürken ve senin bundan hiç haberin yokken. “Kim ki gençliğinde bir ihtiyara yardım ederse Allah da ihtiyarlığında ona yardım edecek bir genci gönderir.” diyor Peygamberim benim.

Siz sorular sormaya devam edin, hayatın cevabı büyük olacak. Hayatı Yaratanın cevabı daha da büyük olacak.

Ve dönüş yolu, son uğrak yerimiz sevgili Cüneyd Suavi’mizin sahildeki evi. Yemek sonrası havuz başında bir yandan mehtabı seyrederken bir yandan da çaylarımızı yudumluyoruz.

Hüzünlü bir hal vardı Cüneyd Suavi ağabeyimde. Hafta sonu döneceğiz demişti yazlıktan. Dilimden döküldü birden, “Yaz da çabuk geçti değil mi ağabey?” dedim. O da “Güzel günler çabuk geçer kardeşim.” dedi. Ne kadar içten söylemişti sevgili ağabeyim. Bu söz ruhuma işledi ve geldi bu yazının başlığı oldu işte. “Güzel günler çabuk geçer” dedi. Niyetim bu ay sonbahar ile ilgili bir yazı yazmaktı. Üzülüyordum. Niye yazamadım derken sorumun cevabı o gece çıkageldi. Güzel günler güzel anlar bitiyor değil ki. Gidiyorlar, geçiyorlar ama tekrar kavuşmak, tekrar görüşmek üzere. Yaşadığımız anlar güzelse cennet o güzel anların devamı olacak. Dünyada ruhumuzu üzen bir parçacık ayrılık. Ona da ötesi için katlanmak gerek. Altın renkli yaprakların dört bir yandan ayağımızın altına serildiği sonbaharda güzelliklerin birer birer çekilip gitmesi bir filmin sonu değil ki. Bu manzaralar tekrar seyrettirilecek, yaşamanın, Allah için yaşamanın hakkını gözetenlere.

“Alıştığımız bir şey gibiydi yaşamak” diyor ya şair, alıştığımız bir şey olmaktan kurtarıyor bu küçük büyük her çeşit değişiklikler sonbaharda ruhumuzu. Belki kanıksadığımız tek düze bir gidiş olacaktı bu. İnsanlara dünyaya geliş gayesini, görevlerini unutturacaktı hiçbir değişiklik olmasaydı hayatta. Ama “Sonbaharla beraber buralarda durmak istemiyorum. Allah başımızın üstünden göç eden kuşlarla beraber ruhumuza da buradan ayrılma vaktinin geldiğini hatırlatıyor âdeta. Bu duyguyu da içimize vermese gerçekten buralardan ayrılmak çok zor olurdu.” diyordu Cüneyd Suavi o gece. Doğru diyordu...

Evet, güzel günler çabuk geçer ama o günlerde yaşadıklarımız o kadar güzeldi ki melekler kaydediyordu, güzel günler geçmeyecekti bizim için. Cennette seyrettirilecek.

Allah’ım, kapında sorularını sora sora yürüyen ama cevaplarını ala ala büyüyen, kereminden inşallah nasibedar bir kulum. Kulluğumu Senin tercihine, Senin lütfuna borçluyum.

Biz sorular sormaya devam edelim, cevaplar gelecektir.