TR EN

Dil Seçin

Ara

Nefis İçin Ramazan

Nefis İçin Ramazan

“Nefistir seni yolda koyan / Yolda kalır nefse uyan.” Yolun tehlikeleri var. İnsan ise uzun bir yolun yolcusu. “…İnsan bir yolcudur. Sabâvetten gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar yolculuğu devam eder…” (Mesnevî-i Nuriye) Bu upuzun yolun en büyük tehlikesi ise nefs.

Dünyadaki tehlikeleri saysak, dünya hayatını veya dünya hayatının konforunu tehdit eder; en fazla da ölüme sebep olur. Fakat nefsin tehlikesi ebedî hayatı riske atar; nefs-i emmare insanın ebedî hayatını tehdit eder.

Hatta iblis’i şeytana çeviren de onun nefsidir.

İşte bu uzun yolculukta nefs insanı yolda bırakır; imandan alıkoyar, ibadeti yaptırmaz, hesabı, mahşeri unutturur, cennetten cehennemden habersiz bırakır. Yunus Emre bunu çok veciz olarak söylemiş: “Nefistir seni yolda koyan / Yolda kalır nefse uyan.”

Nefs-i emmareyi tanımak zordur, çünkü içimizdedir, bizdedir, bize ait bir duygumuzdur; ama onu tanımamak daha zordur. Nefsi küçük gören de onu tanımamıştır.

Bir adam bir gece vakti sahile oturmuş denizi seyretmeye başlamış. O sırada oturduğu yerde eline bir taş değmiş. Tutup bunu denize atmış. Gelen ses hoşuna gidince elini tekrar kumlarda gezdirmiş. Başka taşlar da varmış. Başlamış bunları denize atmaya. Yaşadıklarını düşünürken, bu taşları denize atmak onu rahatlatıyormuş, üstelik suya düştüğünde çıkan ses de ona garip bir zevk veriyormuş…

Böyle yavaş yavaş pek çok taşı denize fırlattıktan sonra, yeni bir taşı daha fırlatmak için elini kaldırdığı sırada ay bulutların arasından çıkmış. Adam attığı şeyin taş olmadığını farketmiş. Dikkatle baktığında ise onun elmas olduğunu görmüş… Meğer attıkları hep değerli taşlarmış…

Hayat karşısındaki durumumuza bakınca bu adamdan pek bir farkımız yok gibi. Hayat denizine sürekli fırlattıklarımız ömrümüzün saatleri, günleri, ayları… Bir de ömrümüzün gitmesini değil, sadece nefsimizin zevk almasını düşünüyoruz. Nefsimizin aldığı zevk ile yetiniyoruz…

Oysa hayatımız nefsimize vereceği zevk ve lezzetten çok daha değerli, çok daha büyük anlamlar, çok yüce hedefler için veriliyor. Bazen bilgisayarın karşısına geçip klavyeye rastgele basan ve dink dink diye çıkan sesler hoşuna gittiği için bunu sürekli tekrarlayan çocuk gibi oluyor insan. Oysa o bilgisayar dink dink sesi çıkaran bir oyuncaktan çok daha büyük bir şey, çok daha önemli işler için yapılmış. Nefs-i emmare işte böyle ‘hayat’ı zevk veren basit bir oyuncağa çeviriyor...

Şimdi Ramazan-ı Şerifteyiz. Rabbimizin rahmet tecellisi olarak aynı zamanda nefsin terbiyesine bakan yönü de var Ramazan ayının.

Maneviyata yönelen müminin gözünde, yolda bırakanın kim olduğu, yolda kalmamak için neler yapmak gerektiği netleşiyor. Bu konuda daha kararlı ve güçlü adımlar atma imkanı buluyor. Ve Ramazan ayı, tüm ömrümüzü mayalamak için fırsat oluyor.

Söz buraya gelmişken Ramazan’ın anlamını kavramak için Bediüzzaman Hazretlerinin Ramazan Risalesini mutlaka okumalısınız. Şimdi o risaleden Ramazan orucunun nefsin terbiyesine bakan kısmından alıntı yaparak yazımızı bitirelim:

“…Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubûdiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Nefis Rabbisini tanımak istemiyor; firavunâne kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir, abd olduğunu bildirir.

Hadisin rivayetlerinde vardır ki:

Cenâb-ı Hak nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?”

Nefis demiş: “Ben benim, Sen sensin.”

Azap vermiş, Cehenneme atmış, yine sormuş. Yine demiş: “Ene ene, ente ente?” Hangi nevi azâbı vermiş, enâniyetten vazgeçmemiş.

Sonra açlıkla azap vermiş. Yani aç bırakmış. Yine sormuş: “Men ene? Ve mâ ente?”

Nefis demiş: “Ente Rabbi’r-Rahîm; ve ene abdüke’l-aciz.” Yani, “Sen benim Rabb-i Rahîmimsin. Ben senin âciz bir abdinim.”

“Ve o orucun ekmeli ise, mide gibi bütün duyguları, gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani, muharremattan (haramlardan), mâlâyâniyattan çekmek ve herbirisine mahsus ubûdiyete sevk etmektir. Meselâ, dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak; ve o lisanı, tilâvet-i Kur’ân ve zikir ve tesbih ve salâvat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek; meselâ gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur’ân dinlemeye sarf etmek gibi, sair cihazata da bir nevi oruç tutturmaktır. Zaten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruçla ona tatil-i eşgal ettirilse, başka küçük tezgâhlar kolayca ona ittibâ ettirilebilir.” (Yirmi Dokuzuncu Mektub, Ramazan Risalesi)