TR EN

Dil Seçin

Ara

Dünya Geçer, İnsan Göçer

Dünya Geçer, İnsan Göçer

Her soru gibi hayat da cevabı zor suallerden biri…

Her soru gibi hayat da cevabı zor suallerden biri…

Hayatın içinde yaşananlar da buna dâhildir. Şu dünyanın ve içindekilerin bilinmeyen, anlaşılmayan pek çok gizemi var.

Öyle demiş Eşrefoğlu Rumî:

“Bu dünyaya verme gönül

Dünya sana kalır değil…”

Başka şiirinde de şöyle der:

“Bu dünyayı derip yığma

Ahir koyup gitsen gerek

Koyup gideceğin sanan,

Dünyayı devşirir değil…”

Bunlardan anlıyoruz ki, dünya geçer insan göçer. Her gelen bakar geçer. Dünya böyle bir penceredir.

Ancak insanın bu dünyada baktığında görmesi gereken çok şeyler var.

Evet, kâmil insanlar durgun sular gibidir. Derinden akarlar, yaratılan şeylerin hikmetine bakarlar.

İnsan dünyaya niçin geldiğini her an sorgulamak zorundadır.

Ta ki gördüğü dünyanın ötesinde neler olup bittiğini anlayabilsin.

Hadi bakalım, tam zamanıdır, bir yapraktan işe koyulalım veya bir ağaçtan veya bir insandan…

Nelerle karşılaşacağız kim bilir? Gözümüzün önünde ne varsa her şey yeni bir bina gibi kuruludur.

Tek tek sayılır her şey orada.

Yaprak mı, çiçek mi, meyve mi, insan mı, yıldız mı, zerre mi?

Her şey tek tek yerli yerine konur.

Atom çekirdeklerinden tutun da moleküllere varana kadar… Binlerce atomu barındıran bir molekülü düşünün. Onun içindeki zincirin, hangi atomunun hangi halkasında neyin olduğu bellidir önceden, bir ilimle belirlenmiştir.

Bir atoma giremeyen tesadüf, hayata girebilir mi? Hayır.

Yaprağa? Hayır.

Demek ki gözümüzün önünde görülen her şey, planlı ve programlı haliyle hayatta tesadüfün değil, kaderin olduğunu gösterir. Her şey tek tek sayılır.

Bir hedefe doğru çoğalırlar.

Bir salkım üzümdeki dizilişe ve şu olgunluğa, şu sanata bir bakın. Hepsi birbirine ne kadar da benzer, ama hiçbir üzüm tanesi diğeriyle aynı değildir.

Elinize bir avuç buğday alın bakalım. Her bir buğday tanesi birbirine benzer ama hiçbiri diğeriyle aynı değildir. Mısırlar ona keza, erikler ona keza…

Hele ayvalar…

Tam mevsimidir.

“Ayva sarı, nar kırmızı sonbahar..”

Dikkatimizi çekecek kadar sanatlı bir güzellikle gözümüz önünde arzı endam etmektedir şu güz mevsiminde. Küçücüktüler erik kadar…

Büyüdüler; biraz daha büyüdüler.

Şeftali kadar oldular.

Biraz daha büyüdüler; şimdi yenecek kıvamdalar.

Belli bir hedefe gelince, atomlar dur emrini almış gibi birden duruyor. Ayva ağacında ilk başta hareketi başlatan Allah (cc) ayvadaki gelişmeyi de tam vaktinde tam da yenecek bir kıvamdayken durduruyor.

Demek ki bu kâinattaki her şeyi sayan İlahi bir bilgisayar var. Nasıl bir bilgisayar, mühendisi gösteriyorsa, kâinattaki ölçüye giren her şey de kaderi gösteriyor, kaderin sahibi olan Kadîri Külli Şey olan Allah’ı gösteriyor.

Bir dut yaprağı ancak bir dut yaprağı kadar büyür. İncir yaprağı, incir yaprağı kadar. Her bir meyvenin yaprağı nasıl farklıysa, gelişmesi de farklıdır. Sanki orada bir sınır nöbetçisi vardır. Dur der, atomlar birden durur. Esrarengiz bir şekilde o komutu almış gibi durur hepsi. Oysa hiçbir hücrenin yanı başında neler olup bittiğinden haberi yoktur.

Hiçbir hücre sayı saymasını da bilmez. Burada durmam gerekir diye de düşünmez. Hiçbir hücre hedef sayıya ulaşıldığını da bilmez.

Gayem nedir, niçin durmam gerekir diye bir fikri de olamaz hücrenin.

Nerede o çocukluk resimlerinizdeki minicik burnunuz, kulaklarınız, elleriniz; nerede şimdiki şekli?

Demek ki atomların üst üste yığılmasından da ibaret değil bu inşaat.

Eliniz yine sizin elinize benziyor ama dünkü eliniz bugünkü eliniz değil. Yediğiniz gıdalardan vücudunuz inşa ediliyor, ama bir ölçü dahilinde. Başınız büyüyor, ama belli bir oranda. Eller ona keza, ayaklar ona keza… Demek ki belli bir sayıyla kurulur bütün organlar, bütün vücutlar. Yapıtaşları belli bir sayıyla ve sırayla yerine konur bu binada.

Desenler belli bir sıra ile işlenir.

Aman Allah’ım!

O yaprakların, güzün aldığı hali…

Çürürken aldığı şekli..

Ayaklarımızın altındaki hali ve ilkbahardaki tatlı letafetli vaziyeti.

Renkler belli bir miktara göre boyanıyor. Sanki bir ressamın fırçasından çıkmış gibi.

Nasıl ki çizmek istediği yaprak önce ressamın ilminde bulunuyor, sonra elindeki fırçaya yansıyor; yoktan gelmiyor yani vardan geliyor; aynen öyle, kâinatın içerisinde görünen ne kadar güzellik varsa bunların hepsi bir cemâl sahibinden geliyor, Cenab-ı Hakk’ın güzel isimlerinden geliyor. İnsandaki bu meyil, bu arzu, bu merak şunu gösteriyor:

Gözü veren, elbette gözün gördüğünü görür. Bir ressam bir yaprağı yapıyor ve insanlar da tablonun karşısına geçip o yaprağa hayret ediyorsa, elbette ressamı yaratana hayret etmek yakışır insana.

İşte kader bu.

Rengârenk güzellikler içinde kendini gösterir her bir yaprak, her bir ağaç.

Yaratılan her güzel varlık her şeyi kuşatan bir ilmi, bir kaderi anlatır.

Kendine has o muhteşem güzelliğin diliyle…

Yaprak, yaprak kadar büyür.

Alması gereken şekil ne ise, orada durur.

Bir çiçek, çiçek kadar büyür. Alması gereken şekil ne ise, orada durur.

Hiçbir çiçeğin, hiçbir yaprağın büyümesi bir başkasına benzemez.

Sanat varsa, sanatkâr da vardır.

Fiil varsa, fâil de vardır.

Her bir ağacın her bir nakşı, o kusursuz fiilin kusurdan münezzeh olan yaratıcısına birer şahit olmaktan başka nedir ki?

“Eşhedü en lâ ilahe illallah…” diyoruz ya, mademki ilmimizi, aklımızı, gördüklerimizi şahit tutuyoruz ve bir gün bu şahitlik sorulacak; öyleyse haydi niçin dünyada olduğumuzun geç olmadan farkına varalım; gözümüzü açalım da şahitliğimizi hakkıyla yapalım. Var mısınız ağaçlara, yapraklara; gökyüzüne, yıldızlara; elimize, yüzümüze bir de bu gözle bakmaya?