Bir suçlu gördüğümüzde onun nasıl bir çocukluk geçirdiğini pek düşünmeyiz. Genelde bizde uyandırdığı korku, nefret ve öfkeye odaklanırız. Nasıl bir insan diğer bir canlıya karşı bu kadar acımasız olabilir? Suç işleyenlerin çocukluğuna baktığımızda, şunu görürüz: Kendi içsel duygu ve korkularını, davranışları ile karşı tarafa yaşatmayı başarırlar. Başkalarının duygularına karşı duyarsızdırlar, çünkü başkalarının duyguları onlar için yoktur; tıpkı bir zamanlar kendi duygularının başkaları için yok sayıldığı ve dikkate alınmadığı gibi.
Potansiyel mağdurlar olarak biz de bu korkuya onları hapse atarak veya düşüncemizde cezalandırarak karşılık veririz. Onlardan bahsederken kullandığımız dil, reddetme, nefret ve korku dilidir. Tavrımız şöyledir: Onlar başkalarını umursamıyor ve canını acıtıyorsa biz neden onları umursayalım?
Çocuklukta Öğrenilen Şeyler Önemli mi?
İnsanlıktan nasıl bu kadar uzaklaşabilirler diye düşünürüz. Buna verilebilecek bir cevap, küçüklüklerinde başkaları ile özdeşim kuracak anlamlı ilişkilerden yoksun kalmaları olabilir. Büyük bir ihtimalle çocukluklarında duyguları dikkate alınmamıştı. Onların duyguları başkaları için ‘varolan bir gerçek’ değildi, şimdi de başkalarının duyguları onlar için ‘varolan bir gerçek’ değil.
Suça eğilimli kişilerin davranışlarında genlerin önemli olduğunu vurgulayanlar da vardır. Aileden alınan genlerin çocuklar üstünde etkili olduğu ve bebeklerin farklı mizaçlarda doğduğu bir gerçektir, ancak genetik geçiş tek başına insan davranışlarını açıklamakta yetersizdir. Bu bakış, çevrenin insan üstündeki etkisini tamamen reddetmektir.
Suçluların beyni incelendiğinde, sosyal etkileşim, empati ve kendini kontrol etme ile ilgili işlevlerin yürütüldüğü prefrontal kortekslerinin diğer insanlardan az gelişmiş olduğu görülür. Beyin kimyasallarında ve yapısında bazı farklılıklar olduğu bir gerçektir, ancak suça eğilimi sadece beyinle açıklamak da yeterli değildir. Hamilelikten itibaren, bebeklik ve çocukluk yıllarındaki yaşantılarına bakmak gerekmektedir. Üstelik beynin yapısı ve işleyişindeki bu farklılıklar, hamilelikte annenin yetersiz beslenmesi, stresli olması, alkol ve madde kullanması gibi durumlarla ilintili olabilir. Annenin hamilelikten itibaren bebeği istememesi, aldırmayı düşünmesi, yani duygusal olarak karnındaki bebeğe annelik yapmayı reddetmesi gibi sebepler de etkili olabilir.
Bebeğin duygusal gelişimi anne karnındayken başlamaktadır; anne karnında yaşadığı olaylar bebeğin duygusal düzenleme sistemini etkiler.
Peki Nedir Bu Duygusal Düzenleme
Duygularını tanıma, kontrol etme, uygun zamanda ve yerde uygun miktarda tepki verebilmedir. Çocuğun, duygu ve ihtiyaçlarını giderirken, çevreyi, sosyal ve insanî kuralları gözetmesidir.
İşte bu yetenek, bebekliğin çok erken evrelerinden itibaren gelişmeye başlar, özellikle de ebeveynle etkileşim sayesinde şekillenir. Öfkelendiğinde öfkesini kontrol edemeyen ve çocuktan çıkaran bir ebeveyn, çocuğuna da aynı yolu öğretir. Çocuk da öfkesini başkalarına yansıtmanın doğal ve kabul edilebilir bir şey olduğunu öğrenir. Bu aşamada şu sorular önem kazanmaktadır:
Anne-baba çocuğunun duygularını tanıyor ve onlara saygı duyuyor mu? Olumsuz duygu ve çatışmalarla nasıl başa çıkacağını gösteriyor mu?
Bu sorulara cevabı hayır olan bir ebeveyni düşünelim. Bebeğinin ihtiyacını karşılamak yerine, ona kendi isteğini empoze ettiği, bu ilişkinin gelecekte de bu şekilde sürdüğü göz önüne alınırsa, ebeveyn de, çocuk da karşılıklı olarak birbirlerini reddetmeye devam ederler. Ebeveyn çocuğun ihtiyaçlarını ve duygularını görmezden gelir, kendini onun yerine koymaz. Sadece kendi isteğinin olması için diretir. Kendi istediğinin olmadığı durumda da çocuğa karşı şiddet kullanır. Bir süre sonra çocuk şiddete alışır, ebeveyni onu bazı davranışlardan men etmek için veya bazı şeyleri yaptırmak için bu sefer daha büyük bir şiddete ihtiyaç duyar.
Ebeveyn aslında kendi saldırgan dürtülerini çocuğun üzerinden gidermektedir; çocuk da saldırganlığını başkaları üzerinden yaşamayı öğrenir. Bu çocuklar kendilerinden küçük çocuklara eziyet eden veya hayvanlara işkence eden çocuklardır.
Peki, Karşı Tarafın Acı Çektiğini Nasıl Anlamazlar, Diye Hayret mi Ediyorsunuz?
Böyle bir ortamda yetişen çocuk; kendini başkalarının yerine koymayı öğrenemez; çünkü kimse kendini onun yerine koymamıştır. Başkalarının duygularından habersiz bir biçimde sadece kendi ihtiyacını gidermeye çalışır. Yani saldırganlık ihtiyacı üzerine odaklanmış haldedir. Kendi ihtiyacını giderirken karşı tarafın ne hissedeceğini düşünmez ve bilmez. Çünkü şimdiye kadar hayatında kimse onun ne hissedeceğini düşünmemiştir. Empati dediğimiz şeyi yaşamamıştır, bundan habersizdir. Karşısındaki insanın duygusal ihtiyacı onun için yoktur; tıpkı eskiden onun ihtiyaçlarının başkaları için olmadığı gibi... Dünya üstünde öğrendiği kurallarla var olmaya çalışmaktadır.
Çocukların davranışlarını incelediğimizde, ortalama 2 yaş civarındayken var olan davranış problemlerinin gelecekte olabilecek davranış problemlerini öngörmeye imkân tanıdığı söylenebilir. Bu yaşlardan sonra her şey bitmiş midir? Hayır. Sadece bebeklik çağının insan hayatında konsantre bir dönem olduğunu ve bu dönemde yaşanan tecrübelerin hayatın devamında çok önemli olduğunu vurguluyoruz. Değişim ve gelişim bu dönemde maksimum hızda ilerlemektedir. İleri yaşlarda da değişim sürer, ancak yavaşlar.
Her Şeye Rağmen İyi Olunabilir
Kötü bir çocukluk geçirmiş insanların hayatlarını suçlu olarak sürdürmediği durumlar da vardır. Bu kişiler de iyi birer anne veya baba, kardeş, işadamı ya da ünlü bir yazar, sporcu veya bilim adamı olabilirler. Nitekim tarihte böyle insanlar vardır. Ebeveyni ile sağlıksız bir bağ kurmuş olan çocuklar, abla, ağabey, dayı, teyze, bir öğretmen, dede, anneanne, babaaane, komşu gibi yakınlarıyla ihtiyaç duydukları olumlu ve besleyici ilişkiyi kurabilirlerse hayatlarına başka bir yön verebilirler.
Erken yaşlarda öğrendiğimiz etkileşim tarzı çocukların dünya hakkındaki beklentilerini şekillendirir ve zamanla alışkanlık haline döner. Bu, daha sonradan yapılacak bir şey yok demek değildir. Ancak, önlem almak telafi etmekten kolaydır.