Soru: “Hemen hemen gözle görülmeyen bir hücrenin protoplazma damlacığına bakılırsa, bu şeffaf jelatinli maddenin hareket etmeye, güneşten enerji çekmeye kabiliyetli olduğu görülür. Bu tek hücre, bu şeffaf ve buğu manzarasındaki damlacık içerisinde hayatın tohumu saklanmakta, onunla büyük-küçük bütün canlılara hayat aşılanmaktadır. Hücrenin bu damlacığına böyle bir özelliği kim vermiştir?”
Canlılar ya tek hücre veya çok hücreden meydana gelmiştir ve her hücre canlıdır, hayatlıdır.
Hücreler de üç temel kısımdan ibarettir: Birisi hücrenin dış kısmı ki, hücre zarı olarak ifade edilir, diğeri içeride çekirdeği, bir de protoplazmadır.
Çekirdek protoplazma içerisinde yer alır. Sitoplazma içerisinde ayrıca ribozomlar, mitokondriler, lizozomlar gibi yapılar bulunur. Hücrenin bütün bu kısımları “Hücre organelleri” olarak ifade edilir. Hücredeki her bir organelin yapısı, şekli ve görevi farklıdır.
Hücre organellerinin hepsi, canlılık ve hayat özelliğine sahiptir. Fakat hayat bunun içerisindeki maddelerden değil, dışarıdan hücreye ve dolayısıyla hücre organellerine yansımaktadır. Çünkü hücrenin organellerini meydana getiren maddeler; karbon, hidrojen, oksijen gibi cansız ve hayatsız elementlerdir. Bu elementlerin bizzat kendilerinde ve bunlardan meydana gelen moleküllerde canlılık, yani hayat özelliği yoktur.
Bilim camiasında şimdiye kadar yapıldığı gibi, bir yaratıcıyı devreden çıkararak hayatı anlamak ve açıklamak mümkün değildir. Kur’an’da hayatın Allah tarafından verildiğini belirten pek çok ayet vardır. İki tanesi şöyledir:
“Bilin ki gerçekten Allah, ölümünden sonra yeryüzüne hayat verir. Şüphesiz Biz, umulur ki aklınızı kullanırsınız diye size ayetleri açıkladık.”1
“O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır.”2
…
Mesela yeryüzünde küçük küçük aynalar farz edelim. Bu aynalarda güneşin görüntüsü vardır. Güneş bu aynaların içerisinde; ışığıyla, ısısıyla ve yedi rengi ile görünür. Şimdi aynalardaki bu güneşin görüntüsünün, ya doğrudan güneşten geldiği kabul edilecek ya da bizzat aynanın kendi içerisinden çıktığı farz edilecektir. Bu iki ihtimalin haricinde başka ihtimal yoktur…
Şu bir gerçektir ki, her aynanın içerisinde bir güneşin olması imkânsızdır. Güneş, maddesi itibariyle dünyadan bir milyon üç yüz bin defa büyüktür. Böyle bir güneş küçük cam parçasının içerisine elbette yerleşemez. Demek ki, aynalardaki güneşin görüntüsü bizzat aynaların içerisinden değil, gerçek güneşten yansımaktadır. Zaten güneş gittiği zaman aynalar da karanlıkta kalmaktadır.
İşte tıpkı aynalardaki güneşin ışığıyla tecellisi gibi, bütün hayat sahibi canlılarda da Allah’ın Hayy (Hayat veren) ismi tecelli etmektedir. Canlılık ister organel seviyesinde olsun, ister tek hücre seviyesinde olsun, isterse çok hücreli yüksek yapılı canlı seviyesinde olsun, hepsinde de hayat ve canlılık onların dışından ve doğrudan doğruya Allah’ın Hayy isminden gelmektedir.
Yoksa aynaların içerisinden ışığın çıktığını iddia etmek gibi, organellerin veya hücrelerin kendi içlerinde hayatı aramak ve o yapılara canlılığı vermek, aynalarda yansıyan güneşi, bizzat aynanın içerisinde kabul etmek gibi akıl ve bilim dışıdır, saçmadır.
İslâm âlimleri de hayatı Allah’ın “Hay”, yani hayat verici isminin tecellisi ve yansıması, en gizli ve bilinmez güzel bir sanatı olarak nazara vermişlerdir. Bediüzzaman, çekirdekteki hayat düğümünün açılıp gelişmesi o kadar açık olduğu halde, Hz. Âdem’den beri insanlığın nazarında gizli kaldığını belirtir ve şöyle der:
“Hayat, Zât-ı Zülcelâlin en parlak bir burhan-ı vahdeti ve en büyük bir maden-i nimeti ve en lâtif bir tecellî-i merhameti ve en hafî ve bilinmez bir nakş-ı nezih-i sanatıdır.
Evet, hafî ve dakiktir. Çünkü, envâ-ı hayatın en ednâsı olan hayat-ı nebat ve o hayat-ı nebatın en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü, yani uyanıp açılarak neşvünemâ bulması o derece zâhir ve kesrette ve mebzuliyette, ülfet içinde, zaman-ı Âdem’den beri hikmet-i beşeriyenin nazarında gizli kalmıştır. Hakikati, hakikî olarak beşerin aklıyla keşfedilmemiş.”
Bediüzzaman ayrıca, maddenin asıl olmadığını, asıl olanın hayat ve ruh olduğuna dikkati çeker:
“Bilbedâhe, madde hâkim değil ki, ona müracaat edilsin, kemâlât ondan istenilsin. Belki mahkûmdur; bir esasın hükmüne bakar, onun gösterdiği yollarla hareket eder. İşte o esas hayattır, ruhtur, şuurdur.”3
Demek ki canlılık veya hayat, maddî maddenin içerisinde yoktur. Yani ne atomlar ne de moleküllerde hayat özelliği vardır. Hayat tamamen nuranîdir ve Allah’ın “Hay” isminin bir cilvesi ve tecellisi yani yansımasıdır.
Bitkilerdeki hayatın tezahürü, büyüme, gelişme, farklılaşma gibi bir takım kanunlarla kendisini gösterir. Hayvanlarda bu hayat kanunları bir ruhun emrine verilmiştir. İnsanlarda ise buna şuur, vicdan ve muhakeme gibi bir takım manevî istidat ve kabiliyetler eklenmiştir.
İşte insanın tam manasıyla anlaşılması ve tanınması, madde ve manasıyla birlikte nazara alınmasıyla mümkündür. O zaman insan, hayvan mertebesinden eşref-i mahlûkat seviyesine ve Allah’a muhatap olacak bir mevkiye yükselir.
Kaynaklar:
1. Hadid Suresi, 17. ayet
2. Mülk Suresi, 2. ayet
3. Nursî, B. S. Sözler. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları-600. 3. baskı, 2016, Ankara. s. 629-632