TR EN

Dil Seçin

Ara

Kâinatın Keşfi

İnsanın yaratılmasının ve ona sayısız yetenekler verilmesinin hikmetini tek kelimede ifade etmek mümkündür: keşfetmek.

 

İnsanın yaratılmasının ve ona sayısız yetenekler verilmesinin hikmetini tek kelimede ifade etmek mümkündür: keşfetmek. Bu duygu topluluğuyla keşifler yaparak adım adım ilerleyen insan, yaratılanı keşfettikçe asıl yaratılış maksadına da ulaşmış oluyor: Yaratanını isimleriyle tanımak. Şüphesiz Âlemlerin Rabbinin ilmine ve kudretine şahitlik eden, Onu bize tanıtan en büyük eseri gökyüzüdür. Aynı zamanda insanın merakını en çok celbeden yer de gökyüzünün derinlikleridir. Her şeyde olduğu gibi çoğu astronomik keşif, tıpkı bir yapbozun parçalarının bir araya getirilmesi gibi ortaya çıkar. Sonunda astronomik yapbozlar evreninin resminin tamamının ortaya çıkmasına yardımcı olur.

1845 yılında İrlandalı astronom Lord Ros, galaksilerin aslında nebulalarla aynı gök cisimleri olmadığını ve bazılarının sarmal şekilleri olduğunu keşfetti. Bu yapbozun ilk parçasıydı aslında.  

Yıllar geçtikçe galaksilerin yapısı ve evrendeki yerleri hakkında bilgiler çoğalıyordu. 1929 yılında değişken yıldız BL Lasertae keşfedildi. Daha farklı görünen ve hareket eden gök cismi gruplarının ilkiydi bu. Çok yüksek enerjiye sahip aktif galaksi çekirdekleriydiler.

Bunlar da yapbozun başka bir parçasını teşkil etti. 1943 yılında Kuzey Amerikalı Çarls Seyfert çok parlak çekirdeği olan ve aşırı yoğun mor ötesi ışınımlar yayan bazı galaksiler keşfetti (Seyfert Galaksileri). İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çok güçlü radyo dalgaları yayan başka tür galaksiler de keşfedildi. Bu galaksiler çekirdeğin her iki tarafına zıt yönlerde materyal fırlatıyordu. Daha önce keşfedilen olaylara hiç benzemiyordu bu. 1960’da aşırı miktarda enerjiye sahip gök cisimleri olan kuasarlar keşfedildi. Kuasarlar çok ilginç gök cisimleri idi. Yapısı ve özellikleri astrofizikçiler arasında uzun yıllar tartışma konusu oldu.

Giderek yapboza yeni bölümler ekleniyordu. 20’nci yüzyılın başlarında Albert Einstein, ışığın bile içinden kaçamayacağı kadar yoğun bir tür maddeden oluşmuş yıldız çekirdeklerin varlığını ileri sürüyordu. Böylece ilk ‘kara delik’ 1978’de keşfedildi. Şimdi biliyoruz ki en parlak galaksilerin çoğunun çekirdeğinde çok büyük kara delikler bulunuyor. Galaksi merkezlerinde yer alan karadelikler güçlü çekimleri ile etrafındakileri şeyleri bir bir yutuyor. 

Bugün bütün parçalar yerine oturmuş ve yapboz tamamlanmış gibi görünse de yeni keşiflerle her an bu evren yapbozu değişebilir. Çünkü bunca keşiflere rağmen, evrenin keşfedilen kütlesi ve enerjisi %10’unu bile karşılamıyor. %90’ının ne olduğunu henüz bilmiyoruz. Yeni keşiflerle her an mevcut evren anlayışı ve haritası bile değişebilir.

Dünya’dan hangi galaksiye hangi açıyla bakıldığına bağlı olarak olay daha farklı görünebiliyor. Bir galaksiye yukarıdan baktığınızda çekirdeğin aktif bölgesinden yayılan ışığın tıpkı parlaklar gibi hızlı yoğunluk salınımlarına sahip olduğu görülür. Galaksi yana doğru yattığında çekirdekte meydana gelen olayların bütün özellikleri kuasarlarla aynıdır. Ve profilden bakıldığında görüntüler radyo teleskoplarıyla çekilen görüntülere çok benzer. Bu modele ‘birleşik model’ adı verilmiştir ve aktif galaksilerin, parlakların, kuasarların ve radyo galaksilerinin davranışlarını yorumlamaya yardımcı olur. Herhangi bir yapbozda olduğu gibi, bütün parçalar bir araya geldikten sonra basit bir görüntü çıkıyor aslında. 

Görünür evren 14 milyar ışık yılı kadar bir yarıçapa sahipmiş gibi görünüyor. Çünkü en uzak gök cisimlerinin bize ulaşma süresi yaklaşık 14 milyar ışık yılı. Bu sebepten evrenin yaşı da bu kadar düşünülüyor. Ancak ihtiyatlı olmamız gerekiyor. Çünkü daha uzak nesnelerden gelen ışıkların en basit anlamda bize ulaşacak zamanları olmadı. Kâinatın çok azını bildiğimizden ve maddenin daha birçok sırrı bize meçhul olduğundan evrenin yaşı meselesi her an değişebilir. Örneğin evren şimdiki öngörülenden on kat daha yaşlı da olabilir.

Evren için bir harita oluştursak bile, evren sürekli genişlemekte olduğundan bu harita değişmekte ve karmaşıklaşmaktadır. Kâinatın gerçek boyutları ise, muhtemelen görünür evrenden çok daha büyüktür. Şunu diyebiliriz ki, görünür evrenimiz çok daha büyük bir bütünlüğün içerisinde küçücük bir nokta kadar olmalı. Yani özetle diyecek olursak, evrenin sınırlarını ve ötesini hiç bilmiyoruz.

Sonuç olarak, bilimin mum ışığı ile öteleri keşfetmek mümkün olmamaktadır. Fakat madem insanın yaratılış hikmeti, evrenin yaratıcısını tanımaktır, kâinattan keşfedebildiğimiz kadarı da Onu ilmiyle, kudretiyle ve iradesiyle tanımaya yeter. Madem her eser sanatkârını tanıtan bir tarif edicidir, çok hassas ölçülerle düzenlenip idare edilen bu evren de her cismiyle ve hareketiyle yaratanını ve idare edenini tanıtmaktadır. Çünkü görüyoruz ki, evrende geçerli kanunlar vardır ve kanun nedir bilmeyen cansız maddeler bu kanunlara itaat etmektedirler. Öyleyse onları itaat ettiren kudretli bir yaratıcıyı ve evrende başıboşluğun olmadığını apaçık göstermektedirler.