TR EN

Dil Seçin

Ara

Hayretimiz Ve Biz

Hayret, bir mü’mine en ziyade yakışan bir duygudur.

 

“Sen hayrete düştün; onlar ise eğleniyorlar.”

(Sâffât Sûresi, 37:12)

 

Bu kısa âyet-i kerimede, karşıtlık teşkil edecek şekilde iki insan tipi ve iki davranış tasvir ediliyor.

Bunlardan birincisi, “sen” hitabının muhatabı olan Peygamber—ve tabii, onu örnek almakla yükümlü olan ümmeti. Diğeri ise, “onlar,” yani inkâr ehli.

Karşıt davranışlardan ise birincisi hayret, diğeri alay ve eğlence.

Bu davranışlardan Peygamber ve ümmetine yaraşan şey hayret, inkâr ehline düşen ise alay ve eğlence.

Hayretin de, eğlencenin de konusu burada belirtilmiyor. Ayetin öncesinden ve sonrasından genel anlamda bazı sonuçlar çıkmakla beraber, burada kesin sınırlar çizilmemiş, “Sen şuna hayret ettin, onlar da bununla eğleniyorlar” şeklinde bir tanım yapılmamıştır. Kesin olarak anlaşılacak birşey varsa, o da, hayret duygusuyla iman arasında bir ilişkinin bulunmasıdır; çünkü bu duygu Peygambere yakıştırılmıştır. İşte burası, ibret nazarlarımızı odaklaştırmamız gereken bir noktayı teşkil ediyor.

Gerçekten de, hayret, bir mü’mine en ziyade yakışan bir duygudur. Zira o her taraftan Rabbinin eserleriyle kuşatılmış durumdadır ve her an Rabbinin lütuflarıyla ağırlanmaktadır. Seyrettiği eserlerin, eriştiği lütufların herbiri, ondan bir hayret ve şükür cevabı alır. Veya alması gerekir. Çünkü bu dünyada olup biten hadiseler arasında hayret edilmeyecek hiçbir şey yoktur. Hattâ, bir iş ne kadar basit görünüyorsa, o kadar hayrete değer diyebiliriz.

İsterseniz, soluduğunuz havanın bir anda kaç sözü birden kaç kulağa yetiştirdiğini hesaplamayı deneyin.

Bir yağmur damlası halinde yere düşen suyun nerelerden taşındığını düşünün.

Kara toprağın bağrında bir bahar mevsimine rengârenk çiçekler yetiştiren görünmez tezgâhların nasıl sessizce çalıştığına bakın.

Attığınız adıma, tuttuğunuz kaleme, yediğiniz lokmaya, yazdığınız yazıya, konuşan dilinize, işiten kulağınıza, gören gözünüze, gözünüzün önünde serili olanlara bakın.

Aklınıza ne gelirse tek tek bakın, ilk defa görüyormuşçasına seyredin.

Bütün bunlar arasında hayrete değmeyen birşey bulacak mısınız?

Şurası kayda değer ki, insan, hayret duygusunu, en yoğun şekilde, fıtrata (yaratılışa) en yakın bulunduğu çağlarda, yani çocukluğunda yaşar.

Etrafını keşfetmeye çalışan bir çocuk için herşey bir merak ve hayret nedenidir.

Sonra bu duygu yavaş yavaş küllenmeye, yahut yön değiştirmeye başlar.

Hayat alanları itibarıyla da insan hayret duygusunu, fıtrata en yakın yerlerde, doğa ile baş başa kaldığı zamanlarda yaşar.

Uygarlığa doğru kaydıkça, insan bu duygudan uzaklaşmaya başlar.

Yaş ilerledikçe hayret duygusu küllendiği gibi, uygarlığın ilerlemesiyle de insanlar bu duyguya karşı yabancılaşır.

Suç belki uygarlığın kendisinde değildir; ama bugünün uygarlığı, kabul etmek gerekir ki, insanı hayret ve tefekküre teşvik edecek temeller üzerinde yükselmiyor.

Tam tersine, insanı hayretten, ciddiyetten, tefekkürden uzaklaştırıyor ve bir hayhuy içinde ömür tüketmeye çağırıyor.

Bir serçenin uçuşu yahut yeryüzünün dirilişi karşısında en küçük bir hayat belirtisi göstermeyen hayret duyguları, bir magazin haberiyle canlanıveriyor! Televizyon ekranları, eğlence dünyasının ipe sapa gelmez dedikoduları, insanları, kâinatın en önemli ve en heyecan verici hadiselerinden daha çok hayrete sevk ediyor.

Bu dünya üzerinde Yer ve Gökler Rabbinin aziz birer konuğu olarak ağırlanan insanlar, önlerine serilmiş sanat eserleri ve İlâhî lütuflar karşısında hayretten hayrete düşecek yerde, vur patlasın çal oynasın eğleniyorlar, ciddîye almaları gereken şeyi alaya alıyorlar, ömürlerini güle eğlene tüketmeye çalışıyorlar.

Tıpkı, bu âyetin ve onu izleyen âyetlerin haber verdiği gibi:

“Sen hayrete düştün; onlar ise eğleniyorlar.

Öğüt verildiğinde düşünüp ibret almıyorlar.

Bir âyet gördüklerinde de alaya alıyorlar.”

Ayet, gayet anlaşılır bir şekilde, hayret duygusunu Peygamber ve ümmetine yakıştırdığına göre, burada bize düşen şey, bu duygudan uzaklaşmamaya çalışmak, onunla aramızdaki mesafeyi kapatmak için tüm çabamızı harcamak olmalıdır. Bunun da basit bir anahtarı var:

Hayret ile fıtrat arasındaki ilişkiyi dikkate almak.

Bu duyguyu besleyen ve canlı tutan şartlara yakın durmak.

Bu, bir anlamda, çocukluğumuzun saf dünyasına dönmek şeklinde de anlaşılabilir. Eğer dünyaya bir çocuğun henüz küllenmemiş ve başka telkinlerle kirlenmemiş meraklı nazarlarıyla bakmayı tekrar öğrenebilirsek, hayret duygusunu keşfetmek yahut asıl hedefine yöneltmek için başka birşeye ihtiyacımız kalmaz.

Aynı şekilde, kâinat kitabına yakınlaşmak, yani, sık sık tekrarladığımız gibi, Kur’ân’ı kâinat kitabıyla beraber okumak da bizi hayretimize pek çabuk kavuşturacaktır.