TR EN

Dil Seçin

Ara

‘Biz’ ‘Onlar Ve Biz

Kibirli lakabıyla bilinen Evelyn Baring, 1880-1883 yılları arasında, İngilterenin sömürgesi altında bulunan Hindistanda Maliye Bakanı olarak görev yapmıştı. 1883-1907 yılları arasında ise İngiltere adına Mısır’ın tek hakimi olmuştu. Ancak o, bu iki görevi sırasında, daha çok Lord Cromer adıyla anılmaktaydı.

Bu iki ülke, dünyanın pek çok ülkesi veya bölgesinde yaşandığı gibi, uzunca bir dönem sömürge yönetimi altında kaldı. Ne zaman ki, sömürge yönetimini doğrudan değil de dolaylı yollarla yürütmenin daha güvenli ve daha verimli olacağı düşüncesi hakim oldu, başvurulan yöntem, geride sadık bir dost bırakma” şeklinde değişti. Lord Cromer, bu geçiş dönemiyle ilgili şu değerlendirmeyi yapar:

Büyük çıkarlarınızın söz konusu olduğu bir ülkede kendinize sadık bir dost bulmaya şiddetle ihtiyaç duyabilirsiniz. Bu durumda önünüzde üç yol belirecektir: Ya bu ülkeden vazgeçeceksiniz, ya ülkeyi tek elden yöneteceksiniz, ya da o ülkeyi ortağınızla birlikte yöneteceksiniz.”

Lord Cromerin dediği gibi, İngilterenin tercihi, sömürge kurulan ülkeyi ortağıyla birlikte yönetmek” oldu. Ama bu ortaklık eşit şartlarda gerçekleştirilen bir ortaklık değildi.

Ortaklığın bir tarafını topraklarında güneşin batmadığı Büyük Britanya İmparatorluğu; diğer tarafını ise ortaktan çok kulluğa hazırlanmış’ bir halk oluşturuyordu. Ortaklığın bir tarafında Bizolarak ifade edilen İngilizler, diğer tarafında ise Onlardenilen sömürge toplumları vardı. Uygulamada Onlar, kullaroldukları oranda İmparatorluğun gizli kuvvetini arkalarına alabiliyorlardı.

Lord Cromere göre kulluğa lâyık ırkları” yani Doğuluları kolayca ve üretime yönelik bir şekilde yönetmenin yolu, onları çok iyi tanımaktan geçiyordu. Doğulu insan ne kadar iyi tanınırsa, yönetilmesi o derece kolay olacaktı. Bu yüzden, Lord Cromer gerek Hindistanda, gerekse Mısırdaki yönetim başarısını, yerli halkı çok iyi tanımasına, onların ırklarını, karakterlerini, kültürlerini, tarihlerini, geleneklerini ve toplumsal yeteneklerini yakından öğrenmesine, onlar için neyin en uygun olduğunu iyi belirlemesine bağlamıştı. Bu anlayışın genel kabul görmesi ile Doğuyu tanıma gayretleri bilimsel bir zemine taşındı ve kapsamı giderek genişleyen Orientalism,yani Doğubilim ortaya çıktı.

Onlarhakkındaki Batılı yaklaşıma bir başka ilginç yorum ve değerlendirme, Bombayda doğan ve eğitimini İngilterede tamamlayan ünlü İngiliz yazar Rudyard Kiplinge ait. Kipling, bir benzetmeyle İngiliz sömürgesi altındaki doğu insanını, katırlardan başlayıp İmparatoriçeye uzanan uzun çizgide şöyle değerlendirmişti:

Katır, at, fil yahut koşum öküzü sürücüye itaat eder; sürücü çavuşa, çavuş yüzbaşıya, yüzbaşı binbaşıya, binbaşı albaya, albay üç alaya kumanda eden generale, general kendi generaline, o da Kral Yardımcısına bağlıdır. Kral Yardımcısı ise İmparatoriçenin hizmetindedir.”

 

Onlar” âciz varlıklar

Edward Saidin ünlü Orientalism isimli eserinde, Doğu insanıyla ilgili nitelemelere yer verilir. İşte bunlardan bazıları:

Enerji ve inisiyatif yoksunu, saf, sadakatle yaltaklanmaya hazır, entrika ve kurnazlığa yetenekli, hayvanlara karşı acımasız, doğru dürüst ne yolda ne de kaldırımda yürüyemeyen, hareketsiz ve şüpheci...”

Sömürge yönetimlerinin Doğulu insanlarla ve toplumlarla ilgili belki en fazla kullandıkları ifade kendi kendini yönetmekten âciz” oluşlarıydı. İbret dolu bir olaya birlikte göz atalım:

13 Haziran 1910 günü Arthur James Balfour, İngiliz Parlamentosunda bir konuşma yaptı. Konuşmanın başlığı “Mısırda Çözmek Zorunda Olduğumuz Problemler” idi. Konuşmasının bir yerinde Doğulu toplumlar ve medeniyetler hakkında şu tespiti yapıyordu:

Batı ulusları tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren kendi kendilerini yönetme yeteneklerini ispat ettiler. Zira buna lâyık güçte idiler. Kelimenin geniş anlamıyla Doğu denilen tüm bölgeleri baştan başa dolaşarak Doğuluların tarihini elden geçirseniz, kendi kendini yönetme prensibinin en ufak bir izine dahi rastlayamazsınız. Bu milletlerin hiçbirisi, bizim Batıda kendi kendini yönetme dediğimiz şeyi, yani kendi kaderini belirleme düşüncesini asla akıllarına getirememişlerdir. ”

Balfour bu girişin ardından esas maksadını şöyle ortaya koyuyordu:

Bu büyük uluslar için mutlak iktidarın bizim tarafımızdan uygulanışının iyi olduğu görüşündeyim. Böyle bir iktidar yalnız kendilerine değil, bütün Batı uygarlığına da fayda sağlayacaktır. Mısırlıların çıkarları için Mısırda bulunuyorsak da, sadece Mısır’ı düşünüyor değiliz; aynı zamanda Avrupayı da düşünüyoruz.”

Mısırlıdan daha fazla Mısır’ın çıkarlarını düşündükleri iddiasıyla hareket eden İngiltere, aynı mantığı dünyanın pek çok bölgesi hakkında da kullandı. İngilizlerin bu yaklaşımı diğer Avrupalı ülkelerce de benimsendi. Sonuçta dünyanın yeraltı ve yerüstü zenginliklerini barındıran bölgeler, sömürgeci ülkeler tarafından bir bir yutulmaya başlandı. 1815 ile 1914 yılları arasında Avrupalı ülkelerin kurdukları sömürge imparatorluğu dünya yüzeyinin %85ini sınırları içine almıştı. Özellikle Asya ve Afrika ülkeleri başlıca sömürge alanlarını teşkil ediyordu.

Batı ülkelerinin iştahını en fazla kabartan bölge Afrika kıtası oldu. Çünkü yeraltı ve yerüstü zenginliği boldu ve ele geçirilmesi son derece kolaydı.

 

Onlariçin toplandılar

Dünyanın dört bir yanındaki verimli ve zengin toprakları yağmalama hırsıyla hareket eden Avrupalı sömürgeci devletler, 1884-1885 yıllarında Berlinde bir araya geldiler. Konuşulan konular Kongo ve Nijeryanın üzerinde odaklanıyordu. Tarihe 1884-1885 Berlin Konferansları olarak geçen bu konferansların hemen ardından, Kara Kıtadaki sömürge faaliyetleri şiddetini daha da artırdı.

Avrupalı ülkeler Afrikayı hiç zorlanmadan ele geçirdiler. Çünkü ellerinde çok güçlü silahlar vardı ve yerli halkın buna karşı koyacak hiçbir imkânları yoktu. Hattâ toplama Afrikalı acemi yerlilerin desteğini alan çok az sayıdaki Avrupalı askerle birlikte, göz alabildiğince uzanan topraklar kolaylıkla işgal edilebiliyordu.

Askerî işgali tam hâkimiyet takip etti. Bu hâkimiyetin devamı için de hemen her yöntem kullanıldı. Kendi ülkelerinden sömürgelere gönderilen sayısız yönetici, bilgin, misyoner, iş adamı, öğretmen bu yönetimin devamı için canla başla çalıştılar.

Sömürgelerde tam egemenliğin sağlanması için en küçük ayrıntılar dahi gözden kaçırılmadı. Sömürgeci ülkenin üstün, yerli halkın ise her açıdan geri olduğu anlayışını yerleştirebilmek için ne gerekiyorsa yapıldı. Örneğin Büyük Britanya Devleti, 19. yüzyıl boyunca Hindistan ve diğer sömürgelerindeki genel valileri 55 yaşına gelmeden erken emekliliğe ayırıyordu. Böylece yerli halk bir Batılı yöneticinin ihtiyarladığını, çöktüğünü ve acizliğe düştüğünü görmüyordu.

 

Şimdi onlarane oldu?

Sömürge yönetimi altında uzun yıllar yaşayan toplumlar, yönetimden eğitime kadar uzanan geniş yelpazede, plânlanan şekle ve yapıya yavaş yavaş büründüler. Yeni kimliklerini kabullenmeleri oranında çeşitli iş imkânları buldular. Yönetim kadrolarına kadar yükseldiler. Avukat, doktor, gazeteci oldular. Afrika ve Asyadaki sömürge toplumlarında, sömürgeci efendilerine sadakatle bağlı yeni bir orta sınıf, işte böyle, başarıyla oluşturulmuş oldu.

Ancak sömürgecilerin uyguladıkları bu sistemin asıl etkileri bu kadar sınırlı değildi. Daha büyük etki, Avrupalı sömürge hâkimiyetinin nesiller boyunca devam etmesi şeklinde kendisini gösterdi. Bunu sağlamak için takip edilen yöntem çok ilgi çekiciydi. Öncelikle sömürge yönetimi altındaki bölgelerde yaşayan nüfus içinde bir yandan ırk, din ve dil açılarından farklı, tarihleri ve kimlikleri birbirinden ayrı gruplar meydana getirildi. Diğer yandan sömürgeci devletin dili, dini ve kültürü birleştirici bir unsur olarak sunuldu. Okullarda sürekli olarak bu özellikler birleştirici ve kuşatıcı unsurlar olarak sunuldu. Bir süre sonra da insanlar bu durumu kabullenir hale geldiler. Kendi temel özellikleriyle değil, Batının değerleriyle birbirlerine bağlanır oldular. Bir bakıma herkesi kuşatıcı bir üst kimlik oluşturulmuş oldu.

Bütün bu gelişmelere, değişmelere ve kendi değerlerinden uzaklaşmalarına rağmen hep onlar” olarak kaldılar.

Peki ya biz?

Uzun, ağır ve derin sömürge deneyimi yaşayan Doğu insanlarının aksine, biz ülke ve toplum olarak sömürge yaşamadık. Böyle bir felâkete maruz kalmadık.

Ama şimdi biz?

Biz Batı için her zaman iştah açıcı ‘onlar’dan olduk. Ve şimdi onlar’a daha çok benziyor değil miyiz?