Yazın yaşadığım hayret verici olaylardan biri...
Küçük Ahmet Zafer’im, bir Pazar sabahı misafirimdi. Birlikte kahvaltı yapıyoruz. Sonra meyve faslına geçiyoruz. Elimizde birer salkım üzüm. Her zamanki gibi ben hızlı hızlı yiyip elimdeki salkımı bir kenara bırakıyorum.
Az sonra Ahmet Zafer de bana yetişti. Fakat o, elindeki boş salkımı hemen bir kenara bırakmadı. Elinde evirip çevirmeye başladı. Sonra öyle bir şey yaptı ki, “Daha önce ben bunu niye düşünmedim.” diye içimi bir pişmanlık kapladı.
Evet, üzüm salkımını aşağıya değil, yukarı doğru tutup bana baktı ve:
“Dede! Tıpkı bir ağaca benziyor, değil mi?” dedi.
Bak şu Allah’ın hikmetine. Marifetli veletler, bu yeni yetmeler. Şaştım... En sevdiğim meyvelerden biri olan üzümün mevsiminin gelmesini her sene büyük bir hasretle beklerim ve elime de geçtiğinde büyük bir zevkle yerim. Hem de gözlerimi kapayarak ve bin bir düşüncelere dalarak... İnanın, Ahmet Zafer’in bu yaptığı hiç aklıma gelmemişti. İyi bir ders verdi.
Bediüzzaman, seksen sene ömründe, seksen bin zattan ders aldığını söylüyor. Hatta sinekten ve sivrisinekten bile... Eh, biz de küçük bir çocuktan dersimizi almayalım mı yani? Küçüğü büyüğü yok bu işin. Ders almanın vakti yok.
Ben de hayretimden aynı üzüm salkımını elime aldım ve ters çevirip bakmaya başladım. Ondan sonraki günlerde de bu hep böyle devam etti. Önüme üzüm geldi mi, şimdi heyecanlanıyorum, tanelerini yedikten sonra bu salkımdan nasıl bir ağaç modeli çıkacak diye... Üzüm salkımını yukarı doğru tutup defalarca bakıyorum. Bakmakla da kalmayıp arkasına değişik kâğıtlardan fonlar yapıp, hafiften de bir ışık vurdurup, koskoca bir ağacı seyredip duruyorum.
“Koskoca bir ağaç görüyorum
Ufacık bir tohumda.”
— Âsaf Hâlet Çelebi
dizelerinde geçtiği gibi, biz de bu bir salkımda üzüm asmasını, bağını ve bahçesini, hatta yeryüzü tarlasını seyrediyoruz şimdi.
Rabbimizin her işine hayranlığımız bir kat daha artıp, “Sübhâne men tehayyera fî sun’ihil ukûl” (Sanatında akılların hayrete düştüğü Allah, her türlü kusur ve noksandan uzaktır.) diyoruz.
Bir şey, her şeysiz olmaz. Küçük şeyler, büyük şeylerle alakalıdır.
Tabiat mı? Ancak bir ilahî sanattır.
Kâinatı elinde tutmayan bir kuvvet, bir küçük zerreye sözünü geçiremez.
Bu bir salkım, kâinattaki ilahî kudretin tüm tecelli ve tasarrufundan haber veriyor.
“Maşallah bârekallah” dedirtiyor Rabbim kalbime, dilime. Hem de seve seve…
Bulutların adı yok, kanadı yok. Hareketlerini ayarlayan, ne yapacaklarını, nereye gideceklerini bilen kim? Üzümü kim yaratmış, a iki gözüm? Ya denizlerin içindeki, balıkları, semadaki yıldızları kim yaratmış? Oraya kim koymuş onları?
Kim bilebilir yedi kat semavattakini, yedi kat yerin altındakini? Kim bilebilir kim, isimlerin en güzelinin sahibinden başka, insana bu isimleri öğreten Allah’tan başka, kim bilebilir?
Adam olacak çocuk, sözünden belli olur.
Üzüm olacak asma, kökünden belli olur.
Üzümünü elde gör; salkımını yukarı doğru tut da, zevkle seyret… Hayret ki hayret…
Bak şu Allah’ın hikmetine… Bak şu Allah’ın işine…
Evet, bu tefekkürün eksik kaldığı günler adedince, Rabbimizden af dileyerek küçük Ahmet Zafer’e de ufkumuza açtığı bu güzellik, derinlik ve incelik için teşekkür ediyoruz.
Rabbim tefekkürünü daim eylesin.
Ruhuna iman hakikatlerini nakşeylesin onun gibi her yavrumuzun da inşallah…
Artık öyle birkaç kelimeyle anlatılacak bir şey değil üzüm.
Allah ibretli ve hikmetli bir göz verince, gerçekten insanın her şeye bakışı değişiyor. Bağ bahçelere gidip göremiyorsak da, bir üzüm salkımında kâinatı seyrettiriyor işte Rabbim.
Başını kaldırıp göklere baksan, kanat kanat uçuşan, çiçek çiçek dağılıp eriyen kar taneleri için de bu böyledir. Yağmur için de bu böyledir. Her şey için bu böyledir. İman gözü açıldı mı bir kere, göz, göz olur; söz, söz olur.
İşte benim sevdiğim dünya bu. Rabbimizin dünyası bu. Onun eseri… İlahî bir sanat galerisi…
İnanın, bu dünyanın en büyük saadeti bu.
Yemek içmek kadar, bir nefes alıp vermek kadar kolaydır Allah namına bakmak, Allah namına sevmek, Allah namına işlemek, vesselam… Hâsılı kelam, yeter ki, kalbimiz yerinde ve imanla güçlü olsun.
Koca bir ağacı küçük bir çekirdekte dercedip saklayan kudret-i ilahiye, üzüm asmasında da neler gizlemiş meğer, neler…
Bu konu, Bediüzzaman Hazretleri’nin de ilgisinden uzak değil. Risalelerde muhtelif vesilelerle buna dikkatleri çeker:
“Meselâ, o Rahîm-i Zülcemâlin bâğistân-ı kereminden, mucizâtının salkımlarından bir tanecik hükmünde gördüğüm iki parmak kalınlığında bir üzüm asmasına asılmış olan salkımları saydım; yüz elli beş çıktı. Bir salkımın dânesini saydım; yüz yirmi kadar oldu. Düşündüm, dedim: Eğer bu asma çubuğu, ballı su musluğu olsa, dâim su verse, şu hararete karşı o yüzer rahmetin şurup tulumbacıklarını emziren salkımlara ancak kifâyet edecek. Hâlbuki, bâzan az bir rutûbet ancak eline geçer. İşte bu işi yapan, her şeye kâdir olmak lâzım gelir.” (Sözler, 271)
Evet, hayretteyim Rabbim her işine. Şahidim bütün güzelliklerine. Şahidim olsun son nefesimde de bütün bu güzellikler, şahadet kelimeleriyle beraber…
Üzümü asmaya, asmayı bağa, onu da Allah’a bağlayıp yüzümüzü kesretten vahdete, yani Bir’e çeviren Bediüzzaman’dan Allah razı olsun…
Güneşe çıplak gözle bakılmaz, isli camla bakılır. Sebepler isli bir cam gibidir. Güneşi görmek için sebepler camını kırmak ya da kaldırmak gerekmiyor. Onu düzgün kullanmayı becermemiz yeterli. Bediüzzaman, sebepleri atlamadan, pencereye dönüştürüyor baktığımız her şeyi ve bize tevhid dersi veriyor. Ne büyük bir nimet…
Şimdi bir üzüm salkımını elinize almak için sabırsızlandığınızı hisseder gibiyim. Bundan böyle bir üzüm salkımının da bir ağaca benzediği sizin de dikkatinizi çekecek, eminim.
Hani derler ya “Üzümünü ye, bağını sorma.” diye. Siz, siz olun, üzümünü de yeyin, bağını da sorun. Hatta üzümünü yedikten sonra sapını bir de ters çevirip onda koca bir ağacı seyredin. Küçük bir çocuğun verdiği dersten siz de büyük bir ders çıkarıp istifade edin.