TR EN

Dil Seçin

Ara

Rüzgârın Çevirdiği Sayfalar

Okumak, bazen insanların hayatlarından uzak tuttuğu bir şeydir.

Okumak, bazen insanları hayattan uzak tutan bir şeydir.

Okumak, bazen insanı hayatta tutan bir şeydir.

Yıllar önce bir fabrikada, torna tezgâhlarının, kaynak makinelerinin, hareketli dev vinçlerin, metal nesnelere vurulan çekiç darbelerinin çıkardığı cehennemi bir gürültünün ve yorucu, bunaltıcı, boğucu bir atmosferin içinde çalışırken, benim için günün en çekilir anları yaptığım işe dinlenmek amacıyla bir süre ara verdiğimde, giderek üzerinde çalıştığım nesneler gibi katılaştığını hissettiğim ruhumu kurtarmak için, mümkün olduğunca sakin bir köşeye çekilmek ve elimdeki kitaba hırsla gömülmekti. Kapağını açtığım her kitapla kendimi seslere ve görüntülere kapattığımdan, okumalarımın yaşadığım gerçekliği kısa devreye uğratan güçlü ve o ölçüde acımasız bir yönü vardı. Güçlüydü, etrafımı kuşatan şeylerle ve çevremdeki insanlarla aramda kurulu ilişkilere beni gittikçe daha derinden yabancılaştırıyordu. Acımasızdı, okumalarımdan her geri dönüşümde onların görünümlerine beni daha rahatsız eden bir fazlalık yüklenmiş oluyordu. Vaziyetim, peş peşe aldığı sıkı yumruk darbeleriyle iyice sersemlemiş bir boksörün, raund bitip köşesine çekildiğinde rakibinin “çoğaldığı”ndan şikayetçi olmasına benziyordu (Seyirci açısından belki gülünç bir hâldir bu, yine de maruz kaldığı darbelerin şiddeti her defasında boksörü haklı çıkarmaya yetmektedir). Başkalarının rahatlıkla üstesinden geldiği, hiç de uzun boylu şikayetçi olmadan sürdürdükleri işler ve ilişkiler, gözümde gittikçe aşırı bir ağırlık ve kötülük kazanmaktaydılar. İçime girmiş “kitap cini”nin işi miydi bu gerçekten? Bu cin kovulabilse, girip karıştırdığı hayatımda her şey yerli yerine oturacak mıydı?

Bir gün, işyerinde birlikte çalıştığımız, yaşça benden hayli büyük biri, görmüş geçirmiş kişilere özgü bir ciddiyetle, Bu kadar çok okuman hayra alâmet değil. Sonunda delireceksin.” demişti. Sanki beni ikaz etmiyor da, gerçekleşmesi kaçınılmaz bir kehanette bulunuyordu. Tuhaftı açıkçası, ama beni endişelendirmekten ziyade neşelendirmişti. Ona, okumazsam daha çabuk delireceğimi söyledim. Bakışlarından bana çarpan acıma mıydı, küçümseme mi? Her neyse, verdiğim cevabı beğenmediği çok açıktı.

Beni asıl delirten şeyin hayatın kırılamayan sıradanlığı ve katılığı olduğu, okuduğum kitapların bu delirme sürecini olsa olsa biraz daha uzatabileceği yönündeki yorumumla, okumalarımın yaşadığım gerçekliği kabullenmemi ve ona uyum sağlamamı zorlaştırması arasındaki tezatı gözden kaçırıyor değildim. Sadece başka bir yerden bakıyordum: Uyum sağlamayı başarmam, tam da deliliğin topraklarına bastığım anlamına gelecekti.

Ciddi sorunlar içeren bir bakıştı bu belki, ama sahici bir dertten yoksun değildi. Hayatın görünümü, karşısında direneceğim bir şey sunuyordu bana ve kitaplar bu direnişi ayakta tutuyorlardı. Böylece hayat, ona direnişimle anlam kazanan iyi bir şey”e dönüşüyordu. Okumak, benim için hayata Seni niçin yaşamalıyım?” diye sormaktı. Zamanın o her şeyi sonunda toza çeviren dokunuşları neden geziniyordu üzerimde? Ne isteyebilirdim hayattan ve hayatın benden istediği neydi?

Okumak aramaktı, bir kitaptan Bir” kitaba uzanan...

Okumaya böylesi bir anlam ve ideal yüklemenin, günümüzde birçok insanın gözüne aşırı” görüneceği kuvvetle muhtemeldir. Profesyonel gerekliliğin ve pratik bir çıkarın zorunlu kıldığı durumlar dışında, kitap okumak, hâlâ “can sıkıntısı” ve boş zaman” gibi gerekçelerle bir arada anılmaktadır. İnsanlar, hayatlarında bir hobi olarak yer vermektedirler ona: Fazla bir iddia içermez, eğlendirici olması yeterlidir. Hayatla doğrudan kurulu bir bağı yoktur ve bu, istenen bir şey de değildir artık. Kitaplar, zararsızlaşmış” bir okumanın nesneleri konumuna düşürülmüşlerdir ve bu yönleriyle (özellikle sol intelijensiyanın üzerinde durduğu) Söz’ün bitişi” olarak adlandırılan zamanımıza özgü bir gerçekliğin, Söz’ün statüsünü kaybettiği bir sürecin taşıyıcı unsurlarına dönüşmüşlerdir. Öne sürülen görüş şudur: Liberal demokratik düzende toplumsal hayat tarzlarını, sosyal, ekonomik, kültürel şartları düzenleyen ve örgütleyen iktidar yapısının esnekliği” (Düşünce ve ifade özgürlüğünün genişlemesiyle her türlü fikir ve görüşün rahatlıkla dolaşıma girmesi, toplumsal alanda dikkatleri üzerine çekebilecekleri bir yasak”tan mahrum kalmalarına yol açmaktadır. Paradoksal biçimde, her şey öylesine açıkta”dır ki, bu yüzden neredeyse görünmemektedirler.) karşısında çözülmeye uğraması Söz’ün statüsünü yitirdiğini işaretler. Söz’ün hayatı değiştirebileceğine duyulan inancın geçmişte kaldığı düşünülmektedir.

Bu görüşe bir takım itirazlar yöneltilebilir. Söz’ün, duyulmak ve fark edilmek için, kendisini içine alan bir yasaklar” alanına ihtiyaç duyması zayıflığından kaynaklanmıyor mudur? Baskı, söylediklerinizi değiştirmez belki, ama haklıysanız sesinizi yükseltmenizi sağlar. Yine de bu, meselenin bir yönüdür yalnızca. Bakmamız gereken yer, Söz’ün muhatabının, özelde okuyucunun konumudur.

Kelimeler, içimizde(n) hiçbir derin iz bırakmadan geçiyorlar artık ve bu istediğimiz bir şeymiş gibi görünüyor: Sayısız görüntünün gözlerimizin önünden zahmetsizce akıp gitmesi gibi, kelimelerin hayalimizde hiçbir yeri tutuşturmadan, zihnimizde herhangi bir çıkıntıya takılmadan, hiçbir şeyi kırıp dökmeden, parçalamadan geçmesi... Yeterince eğlenceli ve fazlasıyla steril. Kültür endüstrisinin tezgahlarından çıkan kitaplar, günümüzün gözde taleplerine hitap etme kurnazlığının bir parçasıdırlar. Hangi kitabın çok satacağı, daha piyasaya çıkmadan bilinmektedir (Mesele kitabın çok satmasıyla değil, daha baştan ekonomik bir plânlamaya tâbi oluşuyla ilgilidir). Piyasayı canlı tutmak için yapılan reklam ve tanıtım çalışmaları, aynı zamanda okuyucuya beklediği bir takım güvenceleri sunma görevini üstlenmiştir. Okuyucuya, satın alacağı kitapta istemediği hiçbir fazlalıkla karşılaşmayacağının garantisi verilmektedir: Bize güvenin. Ne istediğinizi ve beklediğinizi biliyoruz.” Okuyucu, bir şekilde hayatının emniyette” olduğuna inandığında okumaya yanaşıyor gibidir: Geriye kalan uçucu bir tattır yalnızca. Bir kitap bundan ibaret olabilir veya bir kitap böyle de okunabilir şüphesiz, ama tuhaflık ‘okumanın bu türden bir standardizasyona uğramasında yatmaktadır.

Fast food” tarzı beslenme alışkanlığına benzer şekilde, “Şimdi bunlar çok okunuyor.” diye önümüze konulan listeleri telaşla ve iştahla tüketmenin obezleştirici bir yönü olduğu ortadadır. Her şeyden haberimiz, çok geniş bir sahada her konu hakkında bilgimiz olabilecektir belki. Bunlar, hayat bir bilgi yarışması olsaydı çok işimize yarayabilirlerdi de. Ancak bize verebilecekleri, hayatımızın hakikatine dair söyleyebileceklerinin yokluğudur. Zamanımızda, okuyucunun talep ettiği söylenen şey de bu değil midir?

Aslında can alıcı soru, okuyucunun nerede” olduğudur. Kitapların birini alıp birini bırakıyoruz. Hızla çeviriyoruz sayfaları. Tıpkı açık bırakılmış bir kitabın sayfalarını bir rüzgârın kaygısızca çevirmesi gibi. Son sayfa da çevrildiğinde, ortada okuyan özne”den eser yoktur.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Okumanın, yeniden hayatla doğrudan bağını kurabilmemiz gerekiyor. Bu da, kültür endüstrisinin biçimlendirdiği bir tür okuma alışkanlığı”nın dışında kalabilme becerisini ne kadar gösterebileceğimizden ayrı düşünülemez.