Uçağımız inişe geçtiğinde çöl iklimini anımsatan, bakir görüntüler hayalimdeki Medine’yi destekler nitelikteydi. Hurma ağaçlarının gölgesinde mütevazi evleri barındıran, uzaktan uzağa gülümseyen develerin seçildiği, güneşin sıcaklığını ve ışığını hiç eksiltmediği bir yerdi benim Medinem. Uçaktan indiğimde masalsı bir ülkenin sadece bugüne yansımış olan, o uzak görüntüsüyle karşılaşmıştım. Büyük büyük binalar, dev plazalar gözümü aldığında, hayalimdekinin gerçek, gördüklerimin ise masal olduğuna inanmak istemiştim.
Otele yerleştiğimizde, bir an önce Ravza’ya gitme telaşı hepimizi sarmıştı. Sokağa dökülmüş yüzlerce insanla, bizim ilk kez belki onların binlerce kez yaşadığı, ama her defasında öncesi yokmuş gibi duyumsanan bir heyecanla Ravza’nın yolunu tutmuştuk…
Tertemiz, rengarenk görünümlü insanlar dikkatimizi çekmişti. Yaşlısı, genci, çocuğu, sakatıyla, sakin, vakarlı insanların yurduydu Medine. Sıcakla soğukla, gece ve gündüzle barışıktı bu insanlar. Yüzlerinde adeta yokluğu ve sonsuzluğu selamlayan bir gülümseme gizliydi. Hayatla, ölümle, geçmiş ve gelecekle hesaplaşmışlardı belki de. Ezanın her kucak açışıyla akın akın camiye koşuyorlardı. Sadece kadınlar değil, erkekler de renklerle bezemişlerdi kendilerini. Sanki solgun çiçeklerin diriltildiği yerdi Ravza. Bir sonraki ezana kadar, tekrardan canlı parlak renklerini kuşanıyorlardı insanlar.
Bizler ashaptan değildik ama gelivermiştik işte. Medine’nin bir ana gibi hasretle bekleyen, o şefkatli kucağına düşmüştük, asırlar sonra da olsa. Sabırla beklemişti gelişimizi. Değişmişti belki, sırlamıştı kendini ama zamana direnen bir şeyler de vardı… İşte onları bulmaya, onları görmeye gelmiştik…
Değişmeyen her şey bizi çekiyordu. İnsanların oturup kalkışlarına dikkat kesilir olmuştuk. Bağdaş kurup oturan, niyaza yakarışa dalan insanlar ne hoş geliyordu gözümüze. Tavırlardaki letafet yoksa o zamanlardan mı kalmaydı? Henüz tanıştığımız insanlara içtenliğimizi göstererek bir an evvel geçmek istiyorduk görünenin ötesine, perdelerin gerisine…
Yoksa tespih tanelerinde mi gizlenmişti eski Medine... Tek tek çekiyorduk tespihleri, belki de hiç bitmeyecek bir yolculuğun ta başlarındaydık sanki. Çağıran ama gidilse bile varılamayan, varılsa bile kalınamayan, kalınsa bile kanılamayan bir mezil… Her seferinde yeni baştan çıkılan, her defasında başka başka yollara açılan, başka başka yollardan geçilen…
Ravza’nın bahçesi alabildiğine genişti. Her renkten, her dilden, her yaştan insan vardı burada… Karşılıklı kendi dillerimizde konuşsak da anlaşıyorduk. Bakışarak, gülüşerek insanlar birbirlerini sevebiliyordu. Efendimizin (sav) birleştiriciliğini bir kez daha hissetmiştik.
Yollara, ağaçlara selam veresimiz vardı, taşlarla, topraklarla ünsiyet kurmaya hevesimiz. “Burada toprağın bile bir hasreti vardır, sakın ola alıp götürmeyin!” demişlerdi… Kim bilir aradığımız, zamanın geçişiyle bile değişmeyen “o şey”, belki de “tek şey” buranın toprağında, toprağının kimyasında gizliydi… Çünkü sevgilinin ayağının tozu olma şerefi ona aitti. Hiçlik noktasında, o yüce sevgiliye hizmet etme nimetine ermiş, böylece en büyük payeye erişmişti… Gösterişten uzak, o mütevazi görünümüyle Eski Medine’nin esrarını saklayan eşsiz bir hazine gibiydi adeta. Öyleyse bizler de hürmet göstermeli, tozunun tozu olma ümidiyle, edeple yürümeliydik üzerinde…
Sayılı günler geçmiş, geriye birkaç günümüz kalmıştı. Ama buradan gidilmez diye düşünüyorduk. Gidilse nereye gidilebilirdi ki? Öyleyse ancak burasıyla gidilebilirdi. Ravza’nın zamanı ve mekânı aşan, o mucizevi boyutundan cesaret alıp, biz de öyle yapmayı düşündük, vesselam.