TR EN

Dil Seçin

Ara

Renklerin Şehri: MEDİNE

Renklerin Şehri: MEDİNE

Dindarane bir hayat yaşama azmini kuşanan, içinde bu yolda bir coşku duyan, dahası bu uğurda bir ‘birlikte yaşama’ tecrübesine dahil olan insanları bekleyen bir tehlike vardır: tektipleşme.

 

Medine’de ondört asır önce yaşanan Peygamber (asm) tecrübesi, insanların yaşayış tarzında bir tektipleşmeyi mi getirmiştir?

Yoksa, insanlar hayat tarzlarında özgür mü kalmışlardır?

Metin Karabaşoğlu dini kaynaklardan hareketle,

bu kritik sorulara cevap veriyor.

 

Dindarane bir hayat yaşama azmini kuşanan, içinde bu yolda bir coşku duyan, dahası bu uğurda bir ‘birlikte yaşama’ tecrübesine dahil olan insanları bekleyen bir tehlike vardır: tektipleşme.

Birlikte yaşamak, hakikat-ı halde, başkalarına katılmak olduğu kadar, başkalarının da bize katılmasıdır. Sahih bir birlikte yaşama tecrübesinde, kişi sadece alıcı değil, vericidir. Başkasının boyasını aldığı gibi, onlara kendi boyasından verir. Böylece, beraberce zenginleşir, beraberce çoğalırlar.

Ama bu birlikte yaşama tecrübesinde belli bir isim özellikle öne çıkıyorsa eğer, sonuç renkçe zenginleşme değil de tam tersidir. Süreç içinde herkes ona benzer, onun gibi olmaya çalışır. Derken, sesi, görünüşü, kıyafeti ile dahi birbirini andıran bir insanlar topluluğu ortaya çıkar.

Bu, işin kendiliğinden gerçekleşen kısmıdır. Bir de, ‘zoraki’ ve ‘zorunlu’ örnekleri de vardır bunun. Belli bir isim, bir toplulukta manevi otorite sahibi olmanın ötesinde maddi iktidara da malik ise eğer, pek çok durumda sonuç, bütün bir topluma onun düşüncesinin, tarzının, hatta onun istediği kıyafetin, yeme-içme biçiminin dayatılmasıdır.

Modern zamanlar, gönüllü veya gönülsüz, bu tektipleşmenin sayısız örnekleriyle doludur. Küçük topluluklarda yaşanan tektipleşmeler bir tarafa, bütün dünya sözümona kendi özgür iradesiyle, hamburger-blucin-kola üçlüsünün çekim alanındaysa, bu bir rastlantı değildir. Bu en azından zahiren ‘özgür’ seçime karşılık, belli bir tarzın açıkça ve kaba şekilde dayatıldığı toplumlar da vardır. Mao Çin’i, insanların tek tip kıyafete mecbur edildiği bir hayat tarzıyla, bu durumun hafızalara en sert biçimde kazınmış simgesidir.

Böylesi modern tecrübeler ve gözlemler ışığında Resulullah aleyhissalatu vesselamın yaşadığı günlerin Medine’sini hayal eden akıllar, herhalde, Medinetü’n-Nebî’de bir benzerini,  belki daha da fazlasını düşünecektir. Âlemler Rabbinin Necm suresiyle “O hevasından konuşmaz,” Haşr suresiyle ise “Size neyi emrederse alınız, neyi sizden yasaklarsa sakınınız” buyurduğu bir Peygamber aralarında iken , başkası nasıl olabilir?

Ama hayır. Resulullah aleyhissalatu vesselamın yaşadığı Medine, insanların görünüşleri ile, kıyafetleri ile, yiyip içtikleri ile tektipleştikleri bir şehir değildir. Çünkü, ‘neyi emrederse ve neyi yasaklarsa’ mü’minler için bağlayıcı olan Hz. Peygamber, mü’minlere tektipleşmeyi emretmemiş; bilakis helal dairede farklı renklerin ve farklı tarzların beraberce varoluşunu temin etmiştir.

Bunun birçok örneği vardır. Mesela Peygamber aleyhissalatu vesselam davet edildiği bir yemekte, tam sofradaki türlü yemeğini tadacakken elini çeker. Yanında olanlar da onun elini çektiğini görünce ellerini çekerler. Peygamber aleyhissalatu vesselam onlara “Ne oldu?” diye sorar. “Sen elini çektin, bu yüzden biz de ellerimizi çektik” diye cevap verirler. “Allah’ın ismiyle, yemeye başlayın” der Resulullah. “Ben, sizin konuşmadığınız bir zatla görüşüyorum.” Sahabeler anlarlar ki, yemekte kullanılan sarımsağın kokusundan Cebrail aleyhisselam rahatsız olduğu için Resulullah aleyhissalatu vesselam bu türlüden elini çekmiştir. Ama öte yandan, sarımsak veya soğan, mü’minler için haram da değildir. Resulullah’ın kokusu ağır olmadığı halde yemediği, ama sahabeleri yemekten sakındırmadığı başka şeyler de vardır.

Benzer bir durum, bir Ensar düğününde yaşanır. Mekke’den hicret eden sahabeler, Kureyş müşrikleriyle yaşanan onüç yıllık bir mücahede dolayısıyla, belli noktalarda daha tavizsiz bir hal üzeredir. Ensar da, onların bu tutumuna bakıp, Allah’ın Resulü kendilerine yasaklamadığı halde, hoş karşılanmayacağını düşündükleri için kendiliklerinden bazı şeylerden uzak dururlar. Mesela, Medine’yi iki Akabe biatına hazırlayan, Hz. Peygamber’in hicretinden sonra ise kısa süre sonra vefat eden güzide sahabe Es’ad b. Zürare’nin yetim kalmış kızı Fâriğa yine Ensar’dan Nebît b. Cabir ile evlenirken, kadınlar ve genç kızlar kendi aralarında bir eğlenti yapmazlar. Fâriğa’yı himayesine almış bulunan Hz. Aişe düğünü anlatırken, Resulullah aleyhissalatu vesselam, erkek tarafının bizi nasıl karşıladığını ve neler konuşulduğunu sorar. Hz. Aişe, cevap verir: “Selam verdik, hayır ve bereket diledik.” Bunun üzerine Resulullah, “Yâ Aişe sizin eğlenceniz yok mu?” diye sorar ve ekler: “Çünkü Ensar eğlenceden hoşlanır.” Rivayete göre, Resulullah aleyhissalatu vesselam şöyle de buyurmuştur: “Ensar, gönlü sevgi dolu olan bir kavimdir. Keşke onlara ‘Size geldik, size geldik / Allah bize de, size de hayat versin’ şarkısını söyleyecek birisini gönderseydiniz.”

...

Peygamber şehri Medine’nin, bugünün moda esiri metropollerine de, Mao Çin’ine de benzemediğini; bunun da öncelikle Resulullah aleyhissalatu vesselamın sahabelerine verdiği hayat ve hakikat dersiyle ilgili olduğunu, bir başka olay, iki veçhesiyle anlatır.

Bütün dünya sırtını dönmüşken her şeyi göze alarak kucağını mü’minlere açan Yesrib, Akabe biatları sonrasında önce Mekkeli ilk sahabelerin, sonra Hz. Peygamber’in hicretiyle kalabalıklaşmıştır. Bütün malvarlıklarını Mekke’de bırakarak hicret eden sahabelerin geçimini de Medineli Ensarın üstlendiği, dahası Hz. Peygamberin hicretinden sonra başka diyarlardan sıkıntı içindeki sahabeler için de Medine’nin bir çekim ve hicret merkezi haline geldiği düşünüldüğünde, az sayıda sahabe hariç, sahabelerin büyük kısmının Medine’de fakir oldukları rahatlıkla anlaşılabilir.

Bununla ilgili, insanın yüreğine dokunan nice tablo vardır . Mesela Evs’li Ebu Abs, bir sefer öncesi, üzerinde çok eski bir elbiseyle Resulullah’a gelir. Cihada katılmak istemektedir, ama ne yolculukta kendisi için, ne de ailesine bırakabileceği yiyecek parası yoktur. O güne dek kazanılan tüm ganimetler sayısı gün geçtikçe artan Muhacir Müslümanlara harcanarak tüketilmiş haldedir. Peygamber aleyhissalatu vesselam Ebu Abs’a tek şey olarak elinde kalan uzun ve yeni bir giysi verir. Fakat birkaç gün sonra sefer sırasında onu eskisi kadar olmasa da yine eski bir elbiseyle görür. “Sana verdiğim elbise nerede?” diye sordu. “Onu sekiz dirheme sattım” dedi Ebu Abs. “Daha sonra kendim için iki dirhemlik hurma aldım, iki dirhemim de aileme geçimleri için bıraktım. Geri kalan dört dirheme de bir elbise aldım.”

Benzer bir olayı, başka bir sefer, Enmâr seferi sırasında, Cabir b. Abdullah’ın anlatımıyla duyarız.

Böylesi fakir sahabelerin, bu eski kıyafetlerinden dolayı ayıplanmayacakları düşüncesini taşıyor olmaları başlıbaşına önemlidir. Fakir sahabeler, bu halleriyle, pekala ümmete dahil olmuş, dışlanmamışlardır.

Öte yandan, sözkonusu fakr u hal içerisinde, Resulullah aleyhissalatu vesselam fakir sahabelerinin gönlünü hoş edecek; bu halleri içerisinde, onlara olan övgüsünü ifade ettiği gibi, Allah katında onların kıymetini bildirecektir.

Resulullah’ın mütevazı, dahası eski elbiseler içindeki sahabelerine yönelik bu övgüsü, zengin sahabelerini de benzer bir tutuma sevkeder. İmkanları olduğu ve elden geldiğince bunu Allah yolunda kullandıkları halde, daha yeni ve daha kaliteli elbiseleri olmasına karşılık, onlar da eski kıyafetler içerisinde ümmete karışırlar. Ebu’I-Ahvas’ın babası, onlardan biridir. Oğluna şöyle anlatmaktadır:

“Üzerimde adi elbiseler varken Nebî sallallahu aleyhi ve sellemin yanına vardım. Şöyle buyurdu: ‘Malın var mıdır?’ ‘Evet’ ‘Hangi tür maldan?’ ‘Allah’ın bana ihsan ettiği deve, sığır, koyun, at, köle gibi her türlü maldan vardır.’ ‘Allah sana mal vermişse, mutlaka onun eseri ve cömertliği üzerinde görülsün!’ buyurdu.”

Bu tablonun da başkaca örnekleri vardır. Nitekim, fakir sahabeleri sabır ve metanetleri ile öven Resulullah aleyhissalatu vesselam, hali vakti yerinde sahabeleri de fakir kıyafetleri giyinmelerine karşı umumen “Allah bir kuluna nimet verince kulunun üstünde o nimetin izini görmek ister” diye uyarmıştır.

Demek ki, Medine, tektiplerin bulunduğu bir şehir değildir. Zengini fakiri ile, siyah veya beyaz, kırmızı veya kahverengi giyineni ile, her türden insanın bulunduğu bir şehirdir. Res0ulullah aleyhissalatu vesselam, orada zengin sahabelerini başkalarını ezmeyecek olan, ama hali vakti yerinde olduklarını da gösterecek, ‘Allah’ın ihsanı üzerlerinde gözüken’ bir kıyafete çağırmakla, esasında bir dayanışmanın da zeminini ihzar etmektedir.

Herkesin aynı giyindiği, herkesin kıyafetinden fakirliğin okunduğu bir ortamda, dara düşmüş olan, ihtiyaç halinde bir kişi kimden yardım isteyeceğini, kimin desteğini talep edeceğini nereden bilebilir? Bilakis, imkanı geniş olan, israfa ve harama kaçmadan Allah’ın nimeti üzerinde görünür halde olmalıdır ki, ihtiyaç sahibi bir başvuru adresi olarak onu tesbit edebilsin; ve o da Allah’ın kendisine verdiği nimetten Allah için infak edebilsin...

İşte Peygamber şehri Medine’den ‘bütün renkler güzeldir’ dersi de içeren bir denge talimi...