TR EN

Dil Seçin

Ara

Tarih, İnsan Ve Hayat

Tarih, insanoğlunun yaratılmasıyla başlayan ve sadece onun varlığıyla anlam kazanan bir ilimdir.

 

Tarih, insanoğlunun yaratılmasıyla başlayan ve sadece onun varlığıyla anlam kazanan bir ilimdir. İnsanı, üstün ve sorumlu kılan vasıfların başında, “tarihinin” olması gelir. Aslında tarih, insanın kendini arayışının bir seyir defteri, hayat ile arasındaki girift denklemi çözmeye muktedir en tılsımlı anahtarlardandır.

Ne yazık ki tarihi, malumatfuruşluk olarak gören ezberci anlayıştan kurtulamadığımız, insanlarımıza tarih bilinci ve sevgisini tam anlamıyla aşılamaktan hâlâ uzak olduğumuz inkâr edilemez. Bugünü anlamlandırma ve yarını tayin etme misyonundan onu soyutlayıp, düne hapsetme hastalığından kendimizi kurtarabilmiş değiliz. Hâsılı, hayatımızın hakikî rotasını bulmasında ve kültürel hayatımızın inşasında, mihenk taşlarından biri olma rolünü tarihe verdiğimizi rahatlıkla dile getiremiyoruz.

Kuşkusuz tarih, geçmişten miras kalmış; mutlu yarınları kurmada emsalsiz bir tecrübeler hazinesi, moral değerler membaı ve kudret kaynağıdır. Amerikalı medeniyet tarihçisi Will Durant, tarihin bu değerine şöyle temas etmektedir: “Gelişmişlik, tarihî mirası muhafaza etme, faydalanma ve daha zengin olarak gelecek nesle bırakmadır. Yaşanmış cehennem olmaktan çıkan tarih neticede, binlerce devlet adamının, âlimin, sanatkârın ve filozofun yaşadığı, öğrettiği ve sanatını icra ettiği bir cennet köşesine döner.” Şu hâlde tarihe/maziye, kendimizi avutup eğlendirecek efsunkâr hikâye ve masallar mecmuası olarak bakmamalı, keşfedilmeyi bekleyen bereketli bir saha olarak görmeliyiz.

Tarihin, milletlerin şuur altını ve hafızasını oluşturduğu herkesin genel kabulüdür. Milleti millet yapıp, benliğini/tabiatını dokuyan unsurların başında tarih gelir. Hafızasını ve kimliğini kaybeden milletlerin varlığını idame ettirmesi ise imkânsızdır. Mehmet Kaplan’ın şu tahlili buna ışık tutmaktadır: “Tarih milletlerin şuur altını teşkil eder. Binlerce yıllık tecrübenin mahsulüdür. Tarihî kültürün terbiyesini almayan yeninin vücuda getirdiği eserler ham ve çirkin olur.”

Tarihteki parlak zaferlerin ya da simaların, milletlere misal teşkil edip cesaret ve kendine güven duygusu aşıladığı, hürriyet ve hamle ruhu verdiği ise şüphe götürmez. Parlak bir geleceğe kavuşmanın şartları arasında; yüce idealler peşinde koşmak, hamle ruhuna sahip olmak ve yenilikçi kabiliyeti diri tutmak baş sıralarda yer alır. Toplumların, kendilerini sürekli canlı kılacak dinamizmi üzerlerinde toplayıp, istikbali kucaklayabilmelerinde vazgeçilmez dinamiklerden biri de yine tarihtir.

Bu yüzden, tarihe duyduğumuz alâka ve onun hayatımızdaki yeri; nasıl bir gelecek düşlediğimiz ve kendimizi nerede görmek istediğimizle doğrudan ilişkilidir. Batılı Tarihçi E. Hallet Carr, bu kanaati şöyle tasdik etmektedir: “Tarih özünde değişim, hareket ve ilerlemedir. Gelecekte gelişmeye inancını kaybeden bir toplum, geçmişindeki ilerlemeyle ilgilenmekten de vazgeçer.”

Zira Fransız filozof Gustave le Bon’un deyişiyle, “dünler; yarınların özü ve mayasıdır.” Geçmiş, bugün ve gelecek, tarihin sonsuz zinciri içinde birbirine bitmez diyaloglarla bağlıdır. Diğer bir Fransız düşünür Montesguieu, tarihin; zamanın ışığı, hakikatin sadık şahidi, iyi nasihat ve tedbirin kaynağı, davranış ve âdetlerin kaidesi olduğuna işaret etmektedir. İnsan aklının özü, geçmiş kuşakların tecrübelerini biriktirip gizli kabiliyet ve hasletlerini geliştirmesinden meydana gelir.

Leon-E. Halkın, insan ve hayat arasındaki karmaşık denklemi çözmede, tarihin vazifesine şu analizle dikkat çeker: “Tarih olmadan, yaşadığımız asrın ve ülkenin sınırlarına hapsedilmiş, kendi bilgilerimizin ve düşüncelerimizin dar çemberine sıkıştırılmış bir şekilde, dünyanın geri kalan kısmına yabancılaşan bir tür çocukluk çağında; bizi çevreleyen ve önce gelen her şeye karşı derin bir cehalet içinde kalırız.”

Bilindiği gibi, insanın mayasında hatalarla maluliyet vardır ve doğru yolu bulabilmesi için her daim hayatının muhasebesini yapması gerekir. Onu sigaya çekecek ve dengeyi kuracak en hassas mizandan biri ise tarihtir. Esas olan da, maziden ebede doğru akıp giden zaman nehrindeki hâdiseler selinde boğulmamak için tarihin ibret sandalına binmektir. Hayat gemisini rotasından sapmadan salimen menziline ulaştırmak için tarihin aktardığı koordinatlardan istifade etmek hayatîdir.

Frekansımızı tarihe ayarlı kıldığımız takdirde, geleceği inşa etme ve selâmete erişme adına yolumuzu şaşırmak söz konusu bile olmayacaktır. Yeter ki, onun bize bahşettiği tecrübeler definesine teveccüh gösterelim; ibretler meşherine dikkat kesilelim ve istikbalimize yön veren trafik levhalarına itibar edelim. Zamanın acımasız dişlileri arasında öğütülmek istemiyorsak; tarihî havsalamızdan süzülüp gelen uygun formüller devşirmek ve benzer vakaların çözümü için kullanışlı anahtarlar geliştirmek mecburiyetindeyiz. Bugünkü her pişmanlığın, dünkü ihmal ve gafletin acı bir meyvesi olduğu hakikatini hakkıyla bilip, ibret levhalarıyla dolu mazi okulunun kazanımlarını maksimum seviyede kâr hanesine kaydedenler, hiç şüphesiz geleceğe başarıyla hükmeden ve istikamet verenler olacaktır.

Bu sebepledir ki, “geleceği görmemiz için Allah’ın tuttuğu ayna” olan tarihin ehemmiyeti, insan, toplum ve devletin mukadderatını tayin etmede bir kat daha artmaktadır. Doğulu bir filozofun tabiriyle, “kâinatın vicdanı” hükmündeki tarihten gelen seslere kulak kabartmak ve anlamını çözüp içindeki değerli hazineye ulaşmak her şeyden daha kıymetlidir.