TR EN

Dil Seçin

Ara

Dayatma Bilgiyle Eğitim Olur Mu?

Dayatma Bilgiyle Eğitim Olur Mu?

Bediüzzaman eserlerinde “akla kapı açmak ve iradeyi elden almamak”tan söz eder.

 

Risale-i Nur eserlerini kaleme alan Bediüzzaman eserlerinde “akla kapı açmak ve iradeyi elden almamak”tan söz eder. Ayrıca “merak ilmin hocası” ve “ihtiyaç terakkinin üstadıdır” der.  

Aslında bu sözler eğitimde bir kurtuluş reçetesidir ve her okulun girişine asılması gereken altın sözlerdir. 

Ülkemizde eğitimin görülemeyen asıl sorunu “akla kapı açmayarak” (düşünmeye-araştırmaya fırsat vermeyerek) eğitim yapmaktır. Bunun diğer anlamı, insanın özgür iradesinin elinden alınmasıdır. Çünkü, ülkemizde eğitim, “bu böyledir, böyle olduğu için öğrenmeniz gerekir, niye öğrendiğinizi sormayın” anlayışı ve yaklaşımı ile sürdürülmektedir. Çünkü, her şeyin cevabının öğretildiği bu eğitim sisteminde size neyi, nasıl ve ne zaman yapacağınız “empoze edilmekte” ya da “dayatılmaktadır.” 

Eğitimin ancak özgür ve özerk zihinlerin başarabileceği bir iş olduğunu unutuyoruz. Öğrencinin “bilgiyi üreten ve kullanan özne” değil, “bilgiyle yüklenen nesne” konumunda bırakıldığı şu ortamda kendi varlığına, kendi özgürlük ve özerklik alanı doğrultusunda öğrenmek isteyen, edindiği hayat tecrübelerini, kendi bakışı, kendi anlayışı, kendi yorum çabaları içerisinde yoğurmak isteyen insanlar yetişmemektedir. Sonuçta böyle yetişen insanları başkalarının yönlendirmesi ve hükmetmesi kolay hale gelmektedir.

İnsanlarını ‘kuzu kuzu’ yetiştiren bir eğitim, toplumu koyun sürüleri haline getirmektedir. Böyle sürüleri idare etmek için de ‘işgüzar çobanlar,’ hatta dünya çapında ‘küresel krallar’ ve ‘derin güçler’e kapı açılmaktadır.

 

Mevcut eğitimin özeti

Her ne öğretiliyor ise birer ‘mutlak doğru’ olarak öğretiliyor, çocuk ve gençlerimiz, doğruların tek ve sadece kendilerine belletilenlerden ibaret olduğu yolunda bir ‘şartlandırılmaya’ tabi tutuluyor.

İlgilendiği şeyleri sorgulayan ve sorgusunu o şeyin özüne ermeden sonlandırmayan ‘çocuk aklı’nın merakı şu veya bu nedenle engellenir sürekli. Dolayısıyla çocuğun dehasını daha işin başında öldürerek ‘şartlanmaya’ zemin oluştururuz.

 

Eğitim adına yapılanlar

Öğrenci oturduğu yerden ders dinliyor, kitap okuyor ama bizzat tecrübe ederek öğrenebilme imkânı bulamıyor. Gözleme ve deneye bağlı bilimsel çalışma yerine, şifahi ve kâğıtta kalan bilgilerle yetinir haldedir. Kendi başına düşünmeye, yorumlamaya, okuduğunu ve söyleneni anlama imkânı elde edememektedir. Ya da bu imkân çok sınırlı kalmaktadır.

Hocanın anlatıp öğrencinin kafa salladığı bu yapıda bilgi beyne düşünce kalıpları halinde gelmektedir. Sonuçta ‘bilgi’nin, akıl ve mantık süzgecinden geçirilmeden, sorgulama yapmadan kabul edilmesi onun “değişmez mutlak doğrular” olarak, algılanmasına sebep olmaktadır.

Her şeyin Merkezden (Ankara) belirlendiği bu tarz eğitimde, okullarda öğrenci adına her şeyi öğretmen üstlenir. ‘Öğrenme’ ve öğrenci merkezli değil, ‘öğretmen’ merkezli bir eğitimdir bu. “Öyle değil böyle ol” anlayışıdır ve öğrenciye insiyatif verilmeyen eğitimin adıdır.

Eğer öğrenme aşamasında ve öğrenme durumunda olan bir insan, öğrenmeye zorlanmışsa----örneğin sınavları geçmek gibi----birtakım bilgi zannettiği ‘malumatı’ kavrayabilir ve sorduğunuz zaman da karşılığını verebilir. Ancak o zaman öğrenci kendi içinden, kendi iç özgürlüğünden kaynaklanan bir çıkışla, edinilmiş bir öğrenmeye ulaşamaz. O öğrenme, kimliğinin bir parçası haline gelmeyecek, yani hayata, uygulamaya dönüşmeyecek, zihinde bir yama gibi duracaktır. Ve büyük ihtimalle çok kısa bir süre sonra o bilgi de hafızadan uçup gidecektir. Sınıf geçilmiş, sınavlar verilmiş olsa da…

 

Öğrenme mi, şartlanma mı?

Şartlanmanın zihinsel fonksiyonlarla yapılan bir öğrenme olmadığını, daha ziyade hayvanlara davranış kazandırmada kullanılan yaygın bir yöntem olduğunu belirterek konuya giriş yapalım. Mevcut eğitim yapısını irdelediğimizde, mevcut eğitimde şartlandırmanın hakim olduğunu görebiliriz. Birtakım gerçekler ve ‘şey’lerin adının öğretildiği, sonra da kendi geliştirdiğimiz testlerle, yüklenilen bilginin ne kadarının alındığının değerlendirilip ölçüldüğü bu yetiştirilme tarzının esası şartlı refleks stratejisidir. Örneğin okullarımızda ve özellikle hazırlık kurslarında, adeta düşünmeden ve zahiri birkaç emareye göre reaksiyon gösterme melekesi kazandırılması bunlardan birisidir. Çünkü şartlandırmanın temeli, olaylar ya da şeyler arasında ilişki kurmaya dayanır.

Sınavlar ve işlenen dersler boyunca, öğretilenler eksiksiz geri istenir. Öğrenci ne kadar aktarılanı geri verirse o kadar becerikli ve başarılıdır. Yani başarı kriteri bu olur. Öğrenci bu durumda “ne söyleniyorsa onu yap, icat çıkarma!” ve “Sorma, düşünme, itaat et!” gibi anlayışları benimsemeye başlar.

Söylediklerimizin değil, davranışlarımızın daha etkili olduğunu düşünürsek, örneğin sınavlarda uygulanan gözetim sisteminin oluşturduğu “kalıcı etkiye” bakalım.

Öğrenciler “güvenilmez” oldukları yolunda şartlandırılmaktadır. Hatta tek tip giyim, boy sırası ve hep bir ağızdan şarkı ve marş söyleme gibi uygulamalarla tek tipçi anlayış beslenmekte ve farklılığın kötü olduğu telkin edilmiş olmaktadır esasen. Bu telkinlerin ne kadar etkili ve kalıcı olduğunu tepkisel davranışlarımız ‘senden yana’ ve ‘bana karşı’ şeklinde kutuplanmalar, oluşan tabular göstermektedir.

İnsanların özgür iradelerinin elinden alındığı ve seçme imkânı verilmediği bu eğitim yaklaşımında birçok ‘zararlı’ yan ürünler de ortaya çıkmaktadır. İnsanımız senden yana ve bana karşı şeklinde kolayca kutuplanıyor ve karşı karşıya geliyorsa, bu zihinsel şartlanmaya dayalı eğitimin yan ürünleridir. 

 

Eğitimle ölen merak

Şu çok önemli ki, sadece bilgileri ve doğruları öğretmeye (şartlanmaya) dayalı ve gerçek hayatla ilişkilendirilmeden yürütülen eğitim süreci, öğrenciyi yalnızca ‘evet-hayır’ kesinliğiyle hâdiseleri ele almaya teşvik etmekte, öğrencilerin fıtraten sahip oldukları şüphe ve merak hislerini dumura uğratmaktadır. Bu yüzden gençlerimizde eğitime karşı düşmanlığa varan hisler doğmakta, eğitim çekilmez bir yük, sınavlar bela halini almaktadır.

İştahı olmayan kişilere en ala yemekleri yedirmek nasıl ki bir  işkenceyse, meraksız öğretme de öğrenciler açısından şüphesiz işkence halini almaktadır. Halbuki insanın en değerli iki özelliği ‘merak’ ve ‘öğrenme’ becerileridir. Bu iki yetenek, ‘müdahaleye/empozeye’ son derece hassas ve kırılgan olarak yaratılmıştır. Sürekli müdahaleler karşısında merak kaybolmakta, özgür irade yok olmaktadır.   

İnsanlar ancak kontrol kendi ellerinde, yani eğitim sürecinin öznesi haline geldiği bir öğrenme ortamında öğrenmeye başlarlar. Öğreticinin (öğretmen) vazifesi ise ‘öğretmek’ değil ‘akla kapı açmak’ ve ‘rehber’ ve ‘ders arkadaşı’ konumunda kalmak ve ‘hazmedilmiş bilgiyi’ sunmak olmalıdır.