TR EN

Dil Seçin

Ara

Şimdi Kim Bilir Neler Anlatır Sana Ölüm?

Şimdi Kim Bilir Neler Anlatır Sana Ölüm?

Hiç aklına gelir miydi bir gün öleceğin? Öldün işte...

 

ÖLDÜN işte…

Şimdi kim bilir neler anlatır sana ölüm…

Öyle ya, eninde sonunda başına gelecek hallerden birinin de bu olacağını yaşarken hiç düşünmedin. “Yeryüzünde yaşayan bunca insan arasında bana mı sıra gelir? Beni mi bulur bu ölüm?” derdin. “Ninem 80’inde, babam 73’ünde öldüğüne göre, bana daha epey zaman var” derdin.

Her insanın ölebilecek yaşta olduğunu bildiğin hâlde, bunu bir türlü nefsine kabul ettiremedin. Hangi yaşta olursan ol, vâden dolduğunda bir gün ölümün kapını çalacağını hiç düşünmedin. Geleceğe yatırım yaparken, ömrünün sayılı günlerini, o en büyük gelecek olan ahiret için pek fazla bir şey yapmadan geçirdin. Yapılması gerekenleri hep sonraya erteledin.

Oysa bu bir tuzaktı. Sana dost gözüken nefsin ve onun işbirlikçisi şeytanın milyarlarca insana oynadığı bir oyun, kurduğu bir tuzaktı bu. Hâlbuki ölüm, bizim kurguladığımız bir zaman diliminde gelecek diye bir şey yoktu. Sadece ona hazır olmak vardı. Bunu bildiğin halde bir hazırlık yapmadın. Erteleyip durdun yapılması gerekenleri. Sana sıra gelmez zannettin. Yarınlar, bir bir dün oldu. Bugün bir yarının içinde sen de dün oldun, öldün işte. Geldi, buldu işte seni elindeki adresle postacı gibi. Hadi, elinde ise direnseydin, “biraz sonra” deseydin, mazeretler ileri sürseydin, kabul edilmeyeceğini bile bile... Kaçtın hep, hayatının yanında yürüyen bu gerçekten.

Yaşarken hiç aklına geldi mi Yûnus gibi demek?

“Yâ Rab n'ola halim, kabre vardığım gece

Eyi olmazsa amelim, kabre vardığım gece”

Şimdi kim bilir ne hâldesin toprağın altında…

Bedenin orada, ruhun kim bilir hangi âlemde ve ne halde…

YANI başında bir tohum, baharı bekliyor. Peki sen neyi bekliyorsun? Şimdi tek başına orada… Ey bir zamanlar hayatın içinde ölümü unutup es geçen… Ey şimdi ölümün mahkûmu olan sen… Ey “ölüm yok” diyen, ölümü uzaklarda zanneden ve onu defterinden silen. Şimdi neyi bekliyorsun? Nerede olursak olalım, bizi bulacaktı ölüm. Seni de geldi buldu işte.

Öldüğünden haberin var mı?

Ölene ya da ölecek olan her insana bu soruyu bir defa daha soralım: Öleceğinizden haberiniz var mı? Öldüğünüzün farkında mısınız? Farkında iseniz, dönüp de bunu anlatabilir misiniz? Söyleyebilir misiniz o son ânı ve neler yaşadığınızı.

BÖYLEDİR işte hayat, böyledir işte ölüm. İnsanın en büyük zaafı şu; öleceğini bilir de yine hazırlık yapmaz o güne. Kapıya gelip dayandı mı hayatın bu değişmez gerçeği, şaşırıverir. Buz kesilir yüreği. Sessizce yürüyen bir arkadaş gibi insanın yanına gelir de, haberi olmaz öleceğinden. Sesini, soluğunu pek hissettirmeden gelir götürür seni. Ölüm yalnız gelir ama yalnız gitmez. Yanına geldiğinde sensiz gitmez. Çok uzaklara değil, şehrin son evlerinin de bittiği yerdeki, o büyük mezarlığa bırakır narin bedenini. Deden, ninen, baban, amcan, ailenin hepsi orada. Biliyorsun ya o mezarlığı. Zaman zaman geceleri ziyaret ederdin ya orayı… O kabristanın içine bir gün sanki hiç girmeyecekmiş gibi gelir giderdin…

Kabristana giren insan için iki hâl var, bunu da bilirdin. Ya cennet bahçelerinden bir bahçedir, ya cehennem çukurlarından bir çukurdur orası. Yoktur gayrı ortası. Şimdi senin başına gelen acaba o hallerden hangisi? İnşallah birincisidir. Öyle ümit eder, öyle olmasını isterdin. Rabbinin razı olacağı bir iyiliğin, bir ibadetin var mı? Dünyadan kabre yolladığın bir amel sandığın var mı?

Sana dost olan, yapılması gerekeni gösterir, erteletmez. Ebedî hayatın için yapman gerekene mâni olan her el, senin düşmanındır. Sana yakın olan nefsini düşman değil, dost bildin yıllardır. Hayat hep böyle sürecek zannettin. Ama bak hayatın yolları kabirde bitiyor işte... Sen de öldün, ve sen de bunu gördün.

Yaşarken; hayatının içine ölümü almayanın hayatını, ölüm de hiçe sayar. Hayatı yaşarken ölümü unutmamalı, onu da hayatının içine almalı insan.

Öyle dermiş Hazreti Ömer (ra.):

“Ey ölüm meleği! Her zaman ölüme hazırım. İstediğin zaman gel, canımı al!”

Onlar, yolumuzu aydınlatan yıldızlar. Onlar kadar olamasak da, o yolun yolcusu olmaya özenemez miydik hiç? Ne kaybederdik? Kaybetmek bir yana, çok şeyler kazanırdık, yaşarken ölümü hayatın içine alabilseydik eğer…

KOLUNDAKİ saate bakıp duran bir insana, hayatının ne zaman biteceği daha önceden söylenseydi o son ana doğru nasıl yürürdü acaba, hayatı nasıl yaşardı? Şimdiki gibi kayıtsız kalabilir miydi? Kolundaki saate öyle cesurca bakabilir miydi acaba? Ölüme en yakın duran ağır hastalar bile, ölecekleri anın belli olmasını istemezler.

Rabbimizin o geniş rahmetine bakın ki, başımıza gelecek ve bizi üzecek acı hâlleri devamlı gizliyor bizden. Çünkü dünyada insanın hoşuna gitmeyen şeyler hoşuna gidenlerden çok daha fazladır. Onun için gizliyor Rahmet-i Rahman başımıza gelecekleri. Şükür ki böyle bir sır var, böyle bir hikmet ve gizlilik perdesi var ölümün üstünde…

“Öleceği gün meçhul olmalı insanların!

O gün uzak olsa da,

Değil mi günü belli,

Yoktur günü bilinen ölümlere teselli…”

Öyle diyor bu gerçeği derinden anlayan Faruk Nafiz Çamlıbel.

AZ sonra başımıza gelecek hâllerin üzerinde bir gizlilik örtüsünün bulunduğunu ve bunun bizim hayrımıza olduğunu ne güzel dile getirmiş. Sadece Allah bilir bu dünyadan kimin ne zaman göçeceğini ve başına neyin ne zaman geleceğini... Şükür ki böyle bir kader, böyle bir hikmet, böyle bir gizlilik ve güzellik var.

Eğer insan yarın başına ne geleceğini bilseydi, çıldırırdı şimdiden. Nice mahkûm var öyle, daha sabaha çıkmadan saçları bembeyaz kesilen. Ölmeden önce ölen nice insan var, yarın idam edileceği kendisine bir gün öncesinden söylenen.

Yarın, öbür gün, çok değil, on yıl ya da otuz yıl olsa ne fark eder? Yüz sene sonra da olsa öleceğini kesin bilen bir insan, daha şimdiden ızdırap çekmez miydi? Uzakta da olsa, akıl alâkadarlığıyla devamlı o gelecek günle meşgul olmaz mıydı? Hayatın tadını alır mıydı?

Şükür ki ölümün önünde bir gizlilik perdesi var. Şükür ki, hayatımızın tadını kaçırmayacak bir gizlilik ve bir hikmet perdesi bu.

Bunu biliyor olsa da yine hazırlıklı olmalıdır insan. Eli boş girmemeli geceye, geceler gibi toprağın altına, yarınlara boş gitmemeli. Sevdiği birisine gider gibi, kabrin öbür tarafındaki sevdiklerinin yanına sevk edilen bir insan da buradan eli boş gitmemeli. Oraya yaşarken bir şeyler hazırlayıp götürmeli. Onun da ne olduğu belli… Tekrara ne hacet?

Kışlık ihtiyacını yazdan hazırlayan insan, kabir kışının ihtiyacını da dünya yazından hazırlamalı.

Madem dünya bir misafirhane ve insan onda az duracak bir yolcu, yolcu yoluna dikkat etmeli.

ETMELİ ama yaşarken bu hiç de böyle olmuyor. Har vurup harman savuruyoruz ömrü. Sonra köşe başında oturup ağlıyoruz, elleri açılmış bir dilenci gibi bekliyoruz. Güya biri çıkıp gelecek de hayatımızı tekrar geri verecekmiş; avucumuzun içine ömrümüzün geçen o altın saatlerini tekrar geri bırakacakmış gibi.

Mümkün değil ki…

Geçen, geçmiştir. Giden, gitmiştir. Bu hayat iki defa değil, bir defadır. Yaşayan, hakkını kullanmıştır.

Şimdi öldün. Kabirdesin. Nelerle karşılaşacağımız daha önceden bildirilmiş. Sürpriz yok.

Hiç aklına gelir miydi bir gün öleceğin?

BU suali yaşarken sormalıydın ki, öldükten sonra sormanın mânâsızlığı seni bu demde rahatsız etmesin. Ruhunu sıkıntıdan kıvrandırmasın. Merak etme, aklın, kalbin, vicdanın, bütün duyguların, yine yanında olacak. Ama sen orada tutuklu olacaksın. Yüzleşeceksin duygularınla. Yaşadığın hayatın hesabı sorulacak. Dünyada yaşadığın gibi serbest hareket edemezsin orada. İzinsiz bir yere gidemezsin. Mahşer gününe kadar gözetim altındasın. 

Herkes için, her an yeni bir hayat başlıyor.

Ölen için de bu böyle, yaşayan için de…

Şimdi kim bilir neler anlatır sana ölüm…

Öldüğünden haberin var mı?

Hiç aklına gelir miydi bir gün öleceğin?