TR EN

Dil Seçin

Ara

Dayak Ne İşe Yarar?

Soru böyle soruldu, ben de değiştirmedim. Daha soruş biçiminde, “dayak hiçbir işe yaramaz” hükmü saklı.

 

Soru böyle soruldu, ben de değiştirmedim. Yoksa daha soruş biçiminde, “dayak hiçbir işe yaramaz” hükmü saklı, farkındayım. Zaten günümüzün “modern” eğitim sisteminde moda olan görüş de bu: “Dayak kötüdür, sevgi ve tatlı dil herşeyi çözer” peki, öyle mi gerçekten?

Düşünmeye geniş daireden başlayalım: Ülkeler arasında barış, elbette ki en güzel seçenektir. Ama eğer gerektiği zamanlarda bile savaş yapmazsanız, dünya zalimlerin elinde kalır. Hatta kendi ülkenizi bile kaybedebilirsiniz.

Herhangi bir topluluğu idare edenlerin de, bir elinde lütuf ve ikram, diğer elinde de kahır ve ceza olmak zorundadır. Artık çizgiden çıkmış ve laf dinlemeyen anarşist ve katilleri, sevip okşamakla düzeltebilir misiniz? İyilere mükâfatı olan, ama kötülere cezası olmayan bir otorite, ayakta kalabilir mi?

İşte geniş dairelerden aile çekirdeğine gelirsek, bir ailede de otoriteyi temsil edenlerin bir yanında lütuf, ikram ve sevgi, diğer yanında ise uyarı, ceza ve kahır olmak zorundadır. Güzel şeyler mükâfat görmeli, çirkin davranışlar ise cezalandırılmalıdır. Düzen ve terbiye ancak bu şekilde mümkün olur.

Üstelik kötülükleri cezalandırmak, bir hak değil, bir görevdir. Örneğin, hırsızlık yapmış birisini hapse atmak, hâkimin hakkı değil, görevidir. Kafasına göre hırsızı affederse, buna şefkat denemez, başka türlü bir zulüm olur ancak.

Onun gibi, aile ortamında haddini aşanları da önce tatlı dille iknaya çalışmak, ardından sevgi ve ilgisini keserek uyarmak, o da işe yaramazsa dövmek, aile reisinin görevidir. (bkz.: Nisa suresi 34. ayet)

Bu konuda çok önemli bir nokta ise şudur: Çocuklar, Allah kavramını, küçük yaşlarda anne-babalarında gördükleri otorite figürünün üzerinden geliştirirler. Örneğin anne-baba sık sık çocuğu uyarıp tehdit ediyor, ama hiç ceza vermeyip her yanlışını affediyorsa, büyüdüğünde o kişinin Allah inancı da o şekilde oluşur: “Allah (haşa) eser-gürler ama, ceza filan vermez. Ne yaparsam yapayım, nasılsa beni affedip Cennet’e koyacak. Eli mahkûm.” İşte yersiz bir şefkatin nerelere gittiğini gördünüz mü?

Tersine olarak, aile reisliğini, aklına esince bağırıp çağırmak olarak algılamak da hatadır. Nice haksızları görmezden gelip, aklına eseni cezalandıran bir devlet, nasıl öfke uyandırıyorsa, çocuğun hatalarını bazen sineye çekip, aklına esince de yerli-yersiz ceza veren bir ebeveyn de, çocukta ters tepki yapacaktır.

Hele bu yazıyı okuyup da, sadece “dayak atmak görevimmiş” şeklinde bir yargıya varan kişilere de hakkımı helal etmem. Zaten sadece zorbalıkla bir yere varılmayacağını da göreceklerdir kısa zamanda.

Dengeyi tutturmak için, her konuda rehberimiz olan peygamberimizin (asm.) sünnetini burada da ölçü edinmemiz lâzım. Onun ailesi içinde dayak noktasına varan bir sorun oluşmadığını biliyoruz. Ama sahabelerin şartlar oluştuğunda bazen dayağa başvurduklarını ve Resulullah’ın da (asm.) bunu engellemediğini de biliyoruz. İşin sırrı şartlara uygun davranmak, prensip sahibi olmak, ceza-mükâfat dengesini tutturmaktır. Bunun da yolunu sünnete ve terbiyeye dair eserlerden okumamız gerekiyor. Burada kısaca anlatılacak bir konu değil. (Ama mümkünse modern eserlerden okumayın. Sebebini en başta söylemiştim.)

Son söz: Çocuklarımızı lâyık oldukları sürece sevmek, hadlerini aşınca da usulünce cezalandırmak, çocuk terbiyesinin temelidir. Ve çocuklarımızı terbiye etmek, bizim hakkımız değil, görevimizdir.