“…Kıyas-ı binnefis suretiyle, herkesi,
hattâ her şeyi kendine kıyas edip,
Cenâb-ı Hakk’ın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder.”
(Bediüzzaman, Sözler)
Biz “Benim kolum” sözünü, “Bu kolu kullanmaya benim ruhum yetkili kılınmış.” manasında söyleriz. Hiç kimse, kendi kolunu kendisinin yaptığını iddia etmez. Aksi halde, her şeyi bu ters mantıkla değerlendirmesi gerekecek ve “ağacın dalı” derken dalı ağacın yaptığına inanması icap edecektir.
Aynı mantıkla, “güneşin gezegenleri” derken, gezegenleri güneşin yaptığını, “denizin balıkları” dediğinde de balıkları denizin yaptığını vehmedecektir. Akıl ve mantıkta yeri olmayan böyle bir düşünceye kapılan kimse, Allah’ın bütün mülkünü sebeplere taksim etmiş gibi olur.
Biz günlük konuşmalarımızda benzer ifadeleri kullanırken bunları mecazî mânâda söyler ve hakikatte bütün varlık âleminin tek malikinin ve yegâne Hâlık’ının Allah olduğunu biliriz. “Falan kişinin oğlu” dediğimizde o çocuğu babasının yapmadığını çok iyi biliriz. “Falan tarlanın mahsulü” derken de mahsulü tarlanın yapmadığının şuurundayızdır. “Ağacın meyvesi” derken meyvenin hakiki sahibinin ağaç olduğu hayalimizden bile geçmez; sadece meyveyi ağaca nisbet etmiş oluruz.
Bizi bütün bu yanlış anlayışlara düşmekten koruyan sebep ise kendi varlığımızı mahluk ve emanet bilip “Ben kendime malik (sahip) değilim.” diyerek kulluk şuuruna sahip olmamızdır. Bu hakikate eremeyen insanlar, kendilerini kendilerine malik tevehhüm etmekle kalmaz, bu hikmet dünyasında sebeplerin eliyle yaratılan bütün neticeleri de o sebeplere vererek Malik-i Hakiki’ye sebepler adedince şirk koşmuş olurlar.
“Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarını birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de, ‘Kendime mâlikim’ diyen adam, ‘Her şey kendine mâliktir’ demeye ve itikad etmeye mecburdur.” (Sözler)
Burada sözü edilen hırsız insanın kendisidir. Çaldığı mal da yine kendisidir. Zira kendisi Allah’ın mülküdür; Onun mahluku ve memlûküdür; müstakil bir varlık değildir. Bundan gaflet ederek kendini kendine malik zanneden insan, kendini Allah’ın mülkü olmaktan çıkarmış gibi olur ve bu hırsızlığına başkalarını da ortak etmekle rahat bulacağını sanarak bütün mahlukları kendi başına buyruk varlıklar gibi görmeye zorlanır.
Toplum hayatımızda bunun benzer örneklerini çokça görürüz. Adam kumara düşkünse, ancak kumarbazlarla oturup kalkar; o karanlık toplum içinde kumarın çirkinliği görünmez olur. Yahut içki müptelası ise sarhoşlarla arkadaşlık etmekle kendini avutur. Tembel öğrenciler okul kaçkınlarıyla buluşur ve birlikte oynayıp eğlenirler.
Ancak Bediüzzaman Hazretlerinin buyurduğu gibi, “Kısa bir zamanda düğüm açılır ve hakikat ortaya çıkar.” Kendini kendine malik sananlar hayatlarına malik olamayarak öldüklerinde, kabirde, mahşerde ve mizanda bu vehimlerinin ne kadar asılsız olduğunu yakinen görür ve bilirler. Ama bu geç kalmış intibah (uyanmak, aklı başına gelmek) onları cehennem yolcusu olmaktan kurtaramaz.
“O Mâlik-i Zülcelâl’in ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne ulûhiyetinde şerik ve naziri yoktur; muin ve vezire muhtaç değil.” (Sözler)
İnsan, bedeninin bütün hücreleri ve ruhunun bütün latifeleriyle tek bir şeydir. Gözü terbiye eden başka, elleri terbiye eden başkası olamaz. Zira her ikisi de aynı bedende görev yapmak üzere en güzel şekilde terbiye edilmişlerdir. Aynı şekilde, aklı terbiye eden başka, hafızayı terbiye eden de başka olamaz. Her ikisi de aynı ruhta görev yapmaktadırlar. Kâinatın meyvesi olan insan, kendi varlığının terbiye cihetiyle şerik ve nazir kabul etmediğini, her şeyiyle Allah’ın terbiyesinden geçtiğini düşünmekle kâinat ağacının da, terbiye cihetiyle, bölünme kabul etmeyeceğini bilir ve onun belli kısımlarını başka ilahlara isnat etme dalâletine düşmez.
Cenâb-ı Hak, insanı her şeyiyle terbiye ederken hiçbir yardımcıya ve ortağa muhtaç olmadığı gibi, kâinat ağacının terbiyesinde de yine yardımcılara ve ortaklara muhtaç değildir.
Ulûhiyet, mâbudiyet mânâsına gelir. İnsandaki maddî ve manevî bütün cihazlar, Allah’ın verdiği fıtrî vazifeleri mükemmel olarak yerine getirmekle hal diliyle Ona ibadet ettikleri gibi, bilemeyeceğimiz bir keyfiyette hususî tesbih ve hamdleri de vardır. Böylece Onun, ulûhiyetinde şeriki (ortağı) olmadığını ilan etmiş olurlar.