“…Duyguları, efkârları, kâinatın envâr-ı marifetini getirdiği vakit,
nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için, sönerler.”
(Bediüzzaman, Sözler)
Marifet, tanımak demektir. Fatiha Sûresinde önce bütün hamd ve senanın ancak Allah için ve Ona mahsus olduğu beyan edildikten sonra marifet deslerine geçilir. Ve ilk olarak Allah, “bütün âlemlerin Rabbi” olarak tanıtılır. Bunu Rahmân, Rahîm ve Malikiyevmüddin isimleri takip eder. Bu dört isim Kur’ân’da geçen bütün marifet derslerinin özeti ve çekirdeği hükmündedir.
İnsanların Allah’ı tanımada en yakın delilleri, içinde yaşadıkları kâinattır. Kâinat kitabını okumada ve doğru değerlendirmede ise en büyük ve yegâne rehber Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bediüzzaman hazretleri bu İlâhî Ferman için “şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi” ifadesini kullanır.
Kur’an’a tâbi olmayan insan, kâinat ve içindeki hadisatı kendi aklınca değerlendirmekle yetinir ve onlarda sergilenen hikmet ve marifet derslerinden mahrum kalır.
“Fikrin sönük ise; Kur’an’ın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki: Yıldız böceği olan fikrin yerine her bir âyet-i Kur’an, birer yıldız misillü sana ışık verir.” (Bediüzzaman, Sözler)
…
Baştaki alıntı yaptığımız metinde insanın kâinatı değerlendirmede öncelikle müracaat ettiği iki esas kaydediliyor:
Duygular ve düşünceler (efkâr).
Eşya hakkındaki bilgilerimizde, yani güneşi, ayı, denizi bilmemizde duygularımız birinci planda yer alır. Yerin çekimi ve güneşin cazibesi gibi göremediğimiz şeyleri de akıl yürüterek anlamaya çalışırız.
İşte bu iki kaynaktan gelen görgü ve bilgilerin marifete dönüşmesi için kalbin iman nuruyla nurlanması gerekir.
Kararmış bir kalbde bu bilgiler ışıklanmaz ve devam etmezler, sönüp giderler.
Nitekim dersin devamında şöyle buyrulur:
“Gelen her şey nefsindeki renklerle boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse, nefsinde abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünkü, şu haldeki enenin rengi, şirk ve ta’tildir, Allah’ı inkârdır.”
…
Yine Nur Külliyatı’nda “Herkes ayinesinin müşahedesine tâbidir.” cümlesi geçer. Aynası temiz ve düzgün olanın aynasına düzgün yansır; aynası kötü olanın yansıması da kötüdür.
İnsanın kalp aynası küfür ile kararırsa ve akıl mizanı da böylece bozulursa, o insana kâinat kitabının verdiği dersler bir fayda sağlamaz. Hikmet ve rahmeti adeta haykıran deliller de sunulsa o ayinede bunlar “abesiyet-i mutlaka” sûretini alırlar; düşünülmeye ve şükredilmeye değer bulunmazlar. Ya tabiata, ya tesadüfe veya maddenin hareketine isnat edilen bu büyük tecelliler sönüp kaybolurlar, ne kalbe bir feyiz ve hayret verirler, ne de akla bir tefekkür ve ibret kapısı açarlar.
…
Kalbi karartan ve hakikatlerin görünmesine perde olan sebepler farklı farklıdır.
Şirk, ta’til (inançsızlık, ateizm), tabiatperestlik, materyalizm ve evrim bunların başında gelir.
Birçok insanda ise “düşünmeden yaşama” ayrı bir felsefî akım gibi rağbet bulmuş, hakikatlerin görünmesine engel olmuştur.
Özellikle sefahet (günahlar) ve eğlencenin hâkim olduğu toplumlarda bu karanlık nokta ön plana geçmiştir.