TR EN

Dil Seçin

Ara

Kalp, maddî ve manevî olmak üzere iki mânâda kullanılır. Birincisine yürek, diğerine de gönül denilir. Maddî kalp, çam kozalağı şeklinde, kılcal damarlara kadar kan pompalayan ve insan hayatını devam ettiren bir organdır. Diğeri ise, şuur, vicdan, idrak ve muhabbet gibi manevî âlemlerin merkezi konumunda ve mekânı olmayan rabbanî bir duygudur. İşte insanın asıl kıymeti ve hakikati bu manevî kalp sayesinde anlaşılır ve bilinir.

Kalbe, beytullah ve arş-ı Samedanî de denilmiştir. Bir cevher-i mücerret olan kalb, bütün âlemleri içine alacak kadar geniş olmasındandır ki, İslâm âlimleri, “İnsan âlemleri içine alan bir nüsha-i kübradır.” demişlerdir.

Kalbe, İslâmiyet’in mahalli olması hasebiyle Sadr, Hakk’a muhabbetin menşei olması cihetiyle Şiğaf, Rü’yetullah’a mazhar olmasıyla Fuâd, dini bilmenin ve imanın mahalli olması noktasından Habbet-ül-kalp ve esma-i ilâhiyeye ayine olması bakımından da Mehcetü’l kalp denilmiştir.

Kalp, imanın mahalli, marifet ve muhabbetin, sıfat ve esma-i ilâhiyenin tecelligâhı, bütün feyizlerin ma’kesi ve manevî duyguların merkezidir. Kudsî bir hadiste Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

“Ben yerlere ve göklere sığmadım, ancak mü’min kulumun kalbine sığdım. (Yani onun ile bilindim.)”

Âyine-i Samed olan kalp, beden ikliminde itaat olunan bir melik gibidir. Cenab-ı Hakk’ın marifet ve muhabbetine mazhar ve ayna olan bu kalbin değeri, bütün tasavvurların fevkindedir.

İnsanı Allah’a dost eden ve sevdiren muhabbettir. Eğer o kalp, iman, marifet, muhabbet ve fazilet gibi ulvî hakikatlere ayna olursa, diğer duygular da onun ile kıymet kazanır ve nurlanır. Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmaktadır: “Vücutta bir parça vardır ki, o sağlam olursa bütün vücut sağlam olur. O bozuk olduğu zaman bütün vücut harap olur. Dikkat edin, işte o kalptir.”

Kalbin hayatı iman, marifetullah ve muhabbetullah; ölümü ise küfür ve günahlarda ısrar iledir. Bediüzzaman Hazretleri bu tehlikeye şöyle dikkat çeker:

“Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor.”1

Bir ayette mealen şöyle buyrulur: “Allah’ın, göğsünü İslâm’a açtığı, böylece Rabbinden bir nur üzere bulunan kimse, kalbi imana kapalı kimse gibi midir? Allah’ın zikrine karşı kalpleri kaskatı olanların vay haline! İşte onlar açık bir sapıklık içindedirler.”2

Bu ayet, nur-u iman ile kalbi genişleyen ve nuraniyete eren bir kimse ile, gaflet ve cehalet içinde kalan ve Allah’ı zikirden yüz çeviren ve böylece kalbi katılaşan kimsenin bir olmayacağını açıkça ifade etmektedir.

Evet, Allah zikredilince mü’minin kalbinde havf ve haşyet, O’na karşı tazim ve tebcil hissi tecelli eder; imanı artar, kalbi tenevvür eder, tasdikleri daha ziyade kuvvet bulur. Cenab-ı Hak bu hususu bir ayette şöyle ifade buyurur:

“Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah zikredildiği zaman kalpleri ürperir, O’nun ayetleri kendilerine okunduğu vakit (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler.”3

Kalbin uyanık olması zikir ile meşgul olmak, gaflette olması da ondan uzak kalmaktır. Zira zikir gafleti izale eder.

Demek ki, kalbi, haram nazardan, yalandan, gıybet, kin ve haset gibi ahlak-ı seyyieden muhafaza edip, onun ıslahına çalışmak ve onu marifetullah, muhabbetullah, ubudiyet ve zikir ile “kalb-i selime” kavuşturmak, insanın en mühim ve hayati vazifelerinden biridir.

Kalb-i selim sahibine şeytan yanaşıp vesvese veremez. Nitekim bir ayette mealen şöyle buyrulur: “O gün ki, ne mal faide verir, ne de evlatlar. Ancak Allah’a selim bir kalp ile varan kimse müstesna.”4

Kalbini şirk ve nifak gibi marazlardan selamete erdiren kimsenin malı ve evladı faydalı olur. Dünyada selâmet-i kalbe ve sağlam bir imana sahip olunmalıdır ki, ahirette de saadet ve selamete kavuşulsun.

Evet, kalbin rikkati Allah korkusu; sefası, mü’minler hakkında iyi düşünüp, onları Allah için sevmektir. Kalbin selabeti de din düşmanlarına karşı şiddetli ve izzetli olmak ve mü’minlere karşı da zillet içinde merhamet ve muhabbet göstermektir. Peygamber Efendimizin (sav) sürekli okuduğu “Allah’ım! Senden seni sevmeyi, seni sevenleri sevmeyi, senin rıza ve muhabbetine kavuşturan amel-i salihi işlemeyi niyaz ederim.” duasını her mü’min, kâmil imanı kazanmak için lisanından düşürmemelidir. Zira, insanın kalbi, Allah’ın ve Hazret-i Peygamberin (sav) muhabbeti ile dolmazsa kemal-i imanı elde etmiş olamaz.

Evet, kalp, Allah’a dost olmanın, O’nu sevmenin ve O’nu zikretmenin şevk ve heyecanı ile mesrur olur. O cemalin didarına velev bir saniyecik olsun nail olmak, o kalp sahibi için cennetlere değişilmez bir makam-ı âlâdır.

Kalp ve ruhunu, akıl ve hissiyatını kelime-i tevhid ile aydınlatan bir insan, derece derece kemal-i imanı kazanır, Allah’ın feyzine, rızasına ve saadet-i ebediyeye mazhar olur.

Allah için olan muhabbetler hem lezzetli, hem daimi, hem kedersiz ve hem de sevaplı olur. İnsanı dünya ve ahiret saadetine mazhar eder. Eğer dünya zevkleri ve maşukaları, cazibeleri ile o kalbi kendisine çekmese, o kalp, muhabbet ve aşk-ı ilâhinin neşesiyle huzur bulur. Zira, o cemalin sonsuz cazibesi, sürur-u zevki ve O’nun muhabbeti, fani ve geçici olan dünyanın birkaç günlük zevkiyle mukayese edilmez. İnsanın kalbine yerleştirilen nihayetsiz muhabbet, nihayetsiz cemal ve kemal sahibi olan Cenab-ı Hakk’ı sevmesi için verilmiştir.

“İnsan, kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istila edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir.”5

Dünya, insanın arzu ve emellerini tatmin için kâfi değildir. Bunun içindir ki, dünyanın güzel manzaralarını kısa bir zamanda temaşa edip; onun zevk ve sürurlarını tatmak, ancak insanın iştihasını açar, fakat doyurup tatmin etmez.

“Ancak o ruhun arzularını ve meyillerini tatmin ve temin edecek, âlem-i ahirettir.”6

İnsan, ebed için yaratıldığından onun kalbi, dünyanın fani lezzetleri ile asla tatmin olmaz; ancak ebedi âlemde, ebedi nimetlerle tatmin olur. İnsan, ancak zevali mümkün olmayan Kâdir-i Zülcelal’e kalbini bağlayıp, O’na intisap etmekle saadete kavuşur. Böyle bir insan her şeye rağmen, ömrünü daime elemsiz ve kedersiz geçirir.

Saadet ve sürurla yaşamak isteyen bir kimse, kalbini asla fanî ve zevale mahkum olan şeylere bağlamaz. Zira, dünyada mükemmel bir saadet yoktur. Uzaktan sesini duysak bile kendisine kavuşmak mümkün değildir. Dünya ancak ızdırap, meşakkat ve musibetlerin mahallidir. Bediüzzamanın ifadesiyle;

“Bir lezzet verse, bin elem takar çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.”7

Dünyada fazilet ve marifetten başka hiçbir şey insanı tatmin ve mutlu edemez; onu saadete kavuşturamaz. Nitekim Cenab-ı Hak mealen şöyle buyurmaktadır: “İyi biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı zikretmekle (anmakla) huzur bulur.”8

 

1- Lem’alar

2- Zümer Suresi, 39/22

3- Enfal Suresi, 8/2

4- Şuara Suresi, 26/88-89

5- Sözler

6- İşarat’ül İ’caz

7- Lem’alar

8- Ra’d Suresi, 13/28