TR EN

Dil Seçin

Ara

Kalp Kırmak, Baş Yarmaya Benzemez

Kırmak ve yıkmak denildi mi içimizde hemen bir tepki oluşuverir. Çünkü, bunlar menfî hareketlerdir ve ruh dünyamızda aksini yine menfî olarak bulur.

Kırılan şeyin önemine göre, kırmanın tehlike ve sorumluluk boyutları da artar, yükselir ve derinleşir.

Bir sürahiyi kırmışsanız birkaç lira ödemekle bu zararı telafi edebilirsiniz. Ağacın bir dalını kırmışsanız onun onarılması için koca bir kâinatın seferber olmasına, ağacın kökünden gövdesine, havaya, suya, güneşe kadar çok şeyin bu konuda bir şeyler yapmasına ihtiyaç duyulur.

Ağacın dalını değil de bir insanın kolunu koparmışsanız, böyle yüz kâinat bir araya gelse bir yaranın kapanması, bu zararın telafisi artık mümkün değildir. Bu cürmün cezası da ona göre büyük olacaktır.

Nur Külliyatında “Beden ruhun hanesidir” buyrulur. Bir kolu koparmak o hanenin bir bölümünü yıkmak demektir. O hanede görev yapan ruh, bu yıkımdan son derece etkilenir, üzülür ve yapacağı birçok hayırlı işlerin yarım kalması yahut noksan olması yönüyle de manen zarara uğrar.

En büyük yıkım, o hanede misafir olan ruha verilen zararlarda kendini gösterir.

Kalp kırmak, baş yarmaya benzemez. Birincisinde bizzat hane sahibine zarar verilmektedir, ikincisinde ise haneye. Bu tıpkı, bir evin camlarını kırmakla, o evde oturanın gözlerini kör etmek arasındaki fark gibidir. Bu ikinci yıkım, çok büyüktür; sorumluluğu ve cezası da ona göredir.

Bilindiği gibi Allah, kul hakkının affını, hakkı çiğnenen kula bırakmıştır.

Kırılan bir kalbin manevî sorumluluğunu, tonlarla sadaka kapatamıyor, örtemiyor. Ama bir çift güzel söz, bir özür dileme ile bu büyük yara sarılabiliyor ve zaman içinde tedavi edilebiliyor.

Bir de kalbe ve ruha verilen manevî zararlar var. İşte, kırmanın en tehlikeli boyutu burada kendini göstertir. Zira, bu durumda zarar gören kalbin, bu yıkımdan rahatsız olmaması, hatta memnun kalması için nefis olanca gücüyle çalışır, şeytan bütün desteğini ortaya koyar.

Ve insan, kendi kalbine zarar veren, ruhunu karartan, vicdanını törpüleyen, ahlâkını bozan günahları ve haramları severek işlemeye başlar.

İşte, başta peygamberler ve onların varisleri olan büyük zatlar, kendi hastalığından memnun olan ve nice manevî değerlerinin kopmasından hiç rahatsız olmayan bu perişan ruhları tedavi etmek için gönderilmişlerdir.

Yanlış fikirler de insan aklına zarar veren önemli birer hastalıktır. Bunların söküp atılması da büyük bir sabır istiyor.

Kalplerin, akılların, vicdanların ve ahlâkî değerlerin tedavisine çalışmak ne kadar büyük bir hayır ise bunları tahrip etmek de o derece büyük bir yıkım ve o kadar dehşetli bir şerdir.

“Karşımda müthiş bir yangın var, alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanın tutuşmuş yanıyor” diye feryat eden Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bizlere bu yıkımın dehşetini ders vermekte, bizim de hiç olmazsa biraz üzülmemizi ve “Bir şeyler yapabilir miyim?” diye birazcık olsun düşünmemizi, elimizden geliyorsa bir şeyler yapmak için mutlaka harekete geçmemizi öğütlemiş oluyor.

En büyük yıkım, kişinin imanına verilen zararlarda kendini gösterir.

Dün, doğrudan ateizm, materyalizm ve tabiatperestlik propagandaları yapılırken, bugün sefahat ve ahlâksızlığa öncelik verilmiş gibi görülüyor. Zaten bunun da sonu yine inanç zafiyetine çıkacaktır. Bu nokta, Nur Külliyatından İkinci Lem’ada, “Her bir günah içinde küfre giden bir yol var” gerçeği açıklanırken, misalleriyle ortaya konulmuştur.

...

Bu ahlâkî yıkımların kul hakkı boyutu üzerinde önemle durmak gerekiyor:

Bir temel hüküm var:

Sebep olan işleyen gibidir.

Gençlerimizi ahlâk çöküntüsüne uğratarak sefahatin, içkinin, kumarın ve uyuşturucunun kucağına atmak için planlı bir şekilde çalışan odaklar, yoldan çıkardıkları gençlerin işledikleri bütün günahların bir katının da kendi amel defterlerine yazıldığından gafildirler. Onlar yaptıkları büyük yıkımın kendilerine neye mal olduğunu, o büyük hesap gününde çok iyi anlayacaklardır, ama artık iş işten geçmiş olacaktır.

Bu ifsat şebekelerinin ikaz edilmeleri oldukça zordur, ama onlara aldanan kesime el atılması, nispeten, daha kolaydır. Burada bir nokta büyük önem taşıyor:

Maddî ve manevî hastalıkların tedavileri arasında şöyle bir fark görülüyor:

Maddî hastalıklarda en ağır hastalara acilen el atılır; onların ölüm tehlikesi atlatıldığında diğerlerine sıra gelir. Manevî hastalıklarda durum biraz farklıdır. Tedavisi çok zor, hatta imkânsız olan hastalarla fazla zaman kaybedildiğinde, orta yollu hastalar da ağır hastalar sırasına girerler. Bunun için, en az yara alanlara öncelik vermek gerekir. Bunlar tedavi edildiklerinde sıhhatli insanların sayısı artacak ve hastalığın yayılmasının da önüne büyük ölçüde geçilmiş olacaktır.

Bir örnek vereyim: Allah’a inanan, Ramazan ayında orucunu aksatmadan tutan bir genç kızımız, bu manevî güzelliklerine ters düşen uygunsuz bir kıyafetle sokağa çıkabilmekte ve nice gençleri günaha sokabilmektedir. Bu kızımız da “Sebep olan işleyen gibidir” hükmünden kendi çapında hissesini almakta, o gençlerin işledikleri bu günahların bir katının da kendisine yazıldığından gaflet etmektedir.

Bu, kalbi imanlı ve ağzı oruçlu kızımız, nezaket dairesinde, kalp kırmadan ve gönül incitmeden yapılacak ikazlara kulak vermeye hazırdır. Bu gibi gayretler sonunda, yanlışını anlayan ve hatadan dönen gençlerin sayısı arttıkça, sokaklarımızdaki günahlarda da azalma olacaktır. Bu büyük görev, özellikle şefkatli bayan kardeşlerimize düşmektedir.

Bu asırda çok farklı yollarla ve çok değişik iletişim vasıtaları kullanılarak icra edilen bütün isyan ve sefahat faaliyetleri birden nazara alındığında, Allah Resulünün (a.s.m) ahir zaman fitnesi hakkında ümmetine yaptığı ikazların önemi çok daha iyi anlaşılıyor.

Asr-ı saadetteki müminler bile bu fitneden korktukları halde, yangının tam ortasında bulunan asrımız insanının, bu afeti dikkate almaması son derece tehlikeli ve bir o kadar da hayret vericidir.

Ancak şunu da şükranla ifade edelim ki, insanları cehennem yoluna sevk etmekle rant elde eden ve ateşle beslenen bunca ifsat şebekelerine ve bu kadar planlı gayretlere rağmen iffetli ve ahlâklı gençlerin sayısında her geçen gün görülen artış, Allah’ın hususî bir lütfudur.

“Andolsun ki, şükrederseniz size (nimetlerimi) artırırım.” (İbrahim Suresi, 8)