Maraş işgal altındaydı. Ahır Dağları’nın eteklerine yaslanmış bu güzel şehrimiz, tarihinin en karanlık günlerini yaşıyordu.
İşgal kuvvetleri, zulümlerini günden güne artırıyorlardı. Hatta kadınlarımızın baş örtülerine el uzatmaya, sokak ortasında bacılarımıza sarkıntılık etmeye başladılar.
O karanlık günlerden birinde, bir Cuma günü, Maraş halkı Cuma namazını kılmak için Ulu Cami’ye akın etti. Fakat caminin kapıları kapalıydı. Kapıları kapatan işgalciler değil, Ulu Cami İmamı Rıdvan Hoca idi.
Rıdvan Hoca, caminin kapısı önünde durmuş, cuma namazını kılmak için gelen kalabalık cemaate bakıyordu.
Uzaktan görünen Maraş kalesinin burçlarından, hürriyetimizin sembolü şanlı bayrağımız işgalci Fransızlar tarafından indirilip yerine kendi bez parçalarını asmışlardı. Rıdvan Hoca cemaate seslendi:
“Kalemizde düşman bayrağı var! Esir insanlar Cuma namazı kılamaz! Bu bayrağı indirerek, yerine kendi bayrağımızı çekmeyi başarırsak Cuma namazını o zaman eda ederiz!..”
Rıdvan Hoca’nın sözleri daha bitmeden cemaat ayaklanıp kaleye hücuma geçildi. Maraş’ı “Kahramanmaraş” yapacak olan mücadelenin fitili böyle ateşlenmişti. O gün öğleden sonra başlayan çarpışmalara, tüm Maraş halkı katıldı. Kadınlar, yaşlılar ve hatta çocuklar bile…
Ahır Dağı’ndan Maraş üzerine çöken kapkara bulutlar altında bütün Maraş ovası, “Allah Allah” sesleriyle inliyor, silah sesleri ve insan feryatları, dağlarda yankılanıyordu.
Maraş mücahitlerinin başında Aslan Bey vardı. Bütün kıtaları tek tek dolaşıyor, emirleriyle, harekâtı yönlendiriyordu.
…
Aslan Bey, şehrin Kuzey cephesinde, kadınlı erkekli bir grup mücahite doğru ilerlerken, kayalar arkasında siper almış genç bir kadın gördü. Kadıncağızın, yüzünde korkunç bir acının izleri okunuyordu.
Arslan Bey sordu:
“Bacım, yaralı mısın?”
Kadın bu yabancı sese irkilerek cevap verdi:
“Bir şeyim yok ağa!” dedi. “Hamdolsun bir şeyim yok!”
Ancak, bu cevap Arslan Bey’i tatmin etmemişti. Kadıncağızın sesinden acı içinde olduğu anlaşılıyordu.
“Senin bir derdin olduğu belli!” dedi Arslan Bey.
“Söyle bakalım neyin var?”
Kadıncağız, ne kadar saklamaya çalışsa da, çektiği ıstırabın gizlenecek hali yoktu. Büyük bir mahcubiyetle, “Derdimi sana söyleyemem” dedi. “Sen erkek adamsın. Şu evlerin gerisinde yaralılara bakan bir Ayşe Bacı var. Bana onu gönderirsen, büyük hayır işlersin. Fakat acele gerek!”
Arslan Bey, hiç vakit kaybetmeden söylenen tarafa koştu ve Ayşe Bacı’yı bulup, genç kadının yanına getirdi.
Biraz sonra, o kayanın arkasından hayret verici bir haber geldi. Bütün gün düşman ile savaşan o genç kadın, meğer hamileymiş ve doğum yapmak üzereymiş.
Kayanın arkasından çıkan Ayşe Bacı’nın kucağında nur topu gibi bir erkek bebek vardı.
Haberi duyan mücahitler, gözlerini savaş meydanlarında dünyaya açan bu yavruya çok sevindiler. Arslan Bey’in de uygun görmesiyle yavruya ‘Zafer’ adı verildi.
O genç kahraman anne ise, gösterdiği bu olağanüstü fedakârlıktan sonra, çok bitkin düşmüştü. Bebeğini bir kez bile emziremeden, o siperde vefat edip şehitler kervanına katıldı. Geride bir ‘Zafer’ bırakarak...
…
Not: Katkılarından dolayı, okuyucumuz Halit Erayman Bey’e çok teşekkür ediyoruz.
Faydalanılan kaynak: İstiklalden İstikbale, Şevki Karabekiroğlu, Oniki Şubat Belediyesi Yayınları.