TR EN

Dil Seçin

Ara

Terapi Kültürü

Terapi Kültürü

İnsanın insanı pek az dinler hale geldiği bir dünyada, psikoterapi, eşsiz bir insani karşılaşma imkânı sunar.

 

İNSANIN İNSANI PEK AZ DİNLER HALE GELDİĞİ bir dünyada, psikoterapi, eşsiz bir insani karşılaşma imkânı sunar. Terapi odası, zamanımızda, pek çok kişinin gerçekten işitildiği tek yer haline gelmiştir. Peki, terapi odası değer-bağımsız bir alan mıdır, yoksa bütün kuramlar gibi modern terapi kuramlarının da berisinde kültür ve ideoloji saklamakta mıdır? Öte yandan, zamanımız ‘psikolojik insan’ın yükselişine ve ‘terapi kültürü’nün yaygınlaşmasına tanıklık ediyor. İnsanlar kendilerini, modern çağda giderek daha fazla terapi diliyle ifade ediyor. Modern terapiler, bireyselleşme ve özgürlüğe vurgu yaparken, insanı toplumsal ve kültürel bağlamından uzaklaştırıyor mu? Modern terapiler eliyle yalnızlaşma, katı bireycilik, yabancılaşma veya narsisizm gibi modernliğe mahsus bazı ‘hastalıklar’ çoğaltılıyor mu?

...

Hayatımız boyunca diğer insanların bize yönelik tutumlarından etkileniriz. Dost ve yakınlarımızla kurduğumuz ilişkiler; davranış, tutum ve değerlerimiz kadar, kendimize bakışımızı, dünya görüşümüzü ve iyilik hissimizi de etkiler.

Istırap ve yeti kaybını dindirmek için yapılan teşebbüsler terapi olarak isimlendirilir ve her toplum bazı üyelerini böyle bir etkide bulunmak üzere eğitir.

Tedavi, aynı zamanda sağaltıcı ve mustarip kişi arasında kişisel bir ilişkiyi içerir. Bazı terapi biçimleri sağaltıcının ruhsal araçlar kullanarak mustarip kişinin içindeki iyileşme güçlerini harekete geçirme kabiliyetlerine yaslanır. Bu tedavi biçimlerine genel olarak “psikoterapi” adı verilir.

Psikoterapi özü itibariyle insan insana bir ilişkidir. Pek çok kuramcıya göre, iyileştirici unsur, ilişkinin ta kendisidir. Psikoterapi; bireylere davranışların, bilişlerin, duyguların, diğer kişilik özelliklerini daha arzu edilebilir bulunan yönde değiştirmeleri konusunda yardımcı olan, bunu yaparken de ruh biliminin oturmuş bazı ilkelerinden hareket eden bir disiplindir. Başarılı bir psikoterapi, danışanların olumlu beklentilerine ve sağlam bir terapi ilişkisine dayanır. Kişi eğer terapistine ve onun sunduğu tedaviye güveniyorsa, terapinin iyi bir sonuca ulaşma ihtimali yüksektir.

...

Peki, insanın kendi üzerine düşünmesini ve kendini sorgulamasını teşvik eden bir disiplin olarak psikoterapi, kendi üzerine ne kadar düşünüyor ve kendi kendini ne kadar sorguluyor?

Kimi yazarlar tarafından, terapinin kaçınılmaz bir ideoloji ve bu ideolojiye ilişkin ‘gizli önermeler’ içerdiği dile getiriliyor. Bu ‘gizli önermeler’ yüzünden terapinin modernliğe mahsus bazı hastalıkları da bünyesinde barındırdığı, modernist bir tasarım olduğu ve giderek daha uzman merkezli bir sağaltım pratiğine dönüştüğü vurgulanıyor. Psikiyatrinin iyileştirmeye çalıştığı hastalığı bizatihi üreten atomistik bir bireycilik ortaya çıkardığı, kendi istek ve ihtiyaçlarımızı diğer insanların istek ve ihtiyaçlarının önüne koymamızı telkin ettiği, egoistik ihtiyaçları sosyal sadakate tercih ettiği belirtiliyor.

...

Modern terapiler bireyselleşmeyi ve özgürlüğü sık sık vurgularken kişilik gelişiminin ayrılmaz bir parçası olan yakın ve uzak geçmiş, bu geçmişlerdeki etkileşimler ve “diğerlerinin” bakışı ve hatta varlığı, çoğunlukla göz ardı edilir.

Sosyal dünya, terapide adının anılmasından kaçınılan bir olgu haline gelmiştir. Oysa terapi sürecinde kişinin ve terapistin etkileşimi, sanıldığından çok daha fazladır. Eksik veya tutarsız ebeveynin yeniden modellenmiş hali gibi görülen terapist, sadece kuramlarla danışanına yaklaşamaz. Bu, gerçek ötesi bir durum, bir illüzyon olabilir ancak. Terapist danışan ile empati kurduğu ve bir bağ oluşturduğu an itibariyle zaten danışan tarafından içselleştirilme sürecine çekilmiştir. Terapistin düşünceleri, değerleri ve kişiliğinin önemli parçaları, danışanın kabullenme ve örnek alma sürecinden geçerek kendini yapılandırmasında muhakkak rol oynayacaktır. Öyleyse hayatın her evresinde olduğu gibi terapi sürecinde dahi benliğin tek başına var olması mümkün değildir.

...

Öte yandan, her kültürel toplumun kendine özgür bir kişi kavramı ve iyi hayatın ne olduğuna dair bir kavramlaştırması vardır. Kişiliğin her biçiminin arzu edilebilir olduğu söylenemez. Çoğulcu toplumlarda bazı kişilik anlayışları hayatı oldukça zorlaştırabilir. Bazı durumlarda terapötik bir girişimin ortaya çıkardığı “yeni kişi” kavramı özgürleştirici olurken, başka durumlarda ise ilişkilerin ve kimliklerin istikrarsızlaşmasına yol açabilir. Açık bir diyalog ve tartışma olmaksızın, klinisyenler sadece terapötik girişimlerine gizlenmiş norm ve değerleri körlemesine ihraç ederler.

O halde şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, modern psikoterapi evrensel bir girişim değildir. Her toplumda “yaşama sorunları”ndan mustarip insanlar ve bunları çözmeye yönelik özgül yöntemler vardır. Bugünün modern terapileri Yahudi-Hıristiyan şehirli endüstri toplumu insanları için çözüm üretmektedir ve bu bakımdan terapi, Batılı yerel psikolojinin bir parçasıdır. Bugün bildiğimiz haliyle terapinin yürürlüğe hiç konmadığı veya etkisinin çok az olduğu sayısız kültür vardır.

...

Geleneksel dini inancın pek çok kişi için yetisini yitirdiği modern toplumda, yön bulma ve rehberlik için ruh sağlığı uzmanına başvurma eylemi giderek artıyor. Böylece özgüven, uyum, kendini gerçekleştirme, savunmalar, bastırma, yansıtma, kişisel gelişim gibi kavram ve idealler günübirlik dilin bir parçası haline geliyor. “Psikolojik toplum”da hakikati bulmak insanın içinde ciddi bir kazı çalışmasını gerektiriyor. Kişiler, bilimsel olarak doğru ahlaki seçimleri yapabilmek uğruna , “yeni moral yetkeler” veya “seküler rahipler” olarak arz-ı endam eden terapistlere yöneliyor.

Fakat öte yandan modernitenin toplulukçu bakış açısından bir eleştirisi, psikolojinin iyileştirmeye çalıştığı hastalıkları yüreklendiren bir bireyciliği dışa vurduğunu söylüyor. Psikoterapi bir yandan bizi sosyal ilişkilere girme yönünde özendirirken, beri yandan kendi ihtiyaç ve tercihlerimizi başkalarına olan sadakatimizin önüne koymamızı istiyor.

Terapötik söylemin iktidarında, sosyal ilişkiler, sosyal kurumlara bağlılığı hor gören bir faydacılığa kurban veriliyor. Bu da narsistik ve sığ kimliklerin oluşmasını meşrulaştırıyor. Terapötik ikna, bir zamanlar ahlaki sorun olan “şey”i bir hastalığa dönüştürmüş ve sosyal hayatın tıbbileşmesinin bir parçası olmuştur. Terapötik söylem sayesinde bir zamanlar “ahlaksız eylem” sayılan şey “irade hastalığı”na dönüşmüştür. (İllouz, 2008)

İngiliz sosyolog Frank Furedi’ye (2004) göre, günümüz terapötik anlayışı bireysellik ve benlik üzerine yoğunlaşmıştır. Batı kültürünün yorumuna göre sağlıklı ve sağlıksız ruh halinin kaynağı esasta kişinin iç dünyası, duygu alemi ve benliğidir. Sorunlar kişinin içinde oluşur, yorumlanır ve düzeltilebilir. Bu bakış açısıyla ruh hali, her şekilde sosyal bağlardan kopuktur. Sosyal bağlardan kopukluğu bu denli vurgulanan asosyal benlik kültürel kimliğini kaybetmiş, hayatın merkezinin duygular olarak anlamlandırıldığı benliktir. Olayların kişilerde hangi duyguları uyandırdığı ana unsurdur.

Öte yandan bu terapötik anlayış sorunların kaynağının da sosyal ilişkiler değil, yine bireyin iç dünyası olduğunu vurgular. Özellikle çocukluk deneyimlerinin benlik üzerinde bıraktığı izler üzerinde sık sık durulurken, saldırganlık gibi suça dönük davranışların altında da bastırılamayan ve kabul edilemeyen duyguların yattığı düşünülür. Terapötik bakış açısı, duyguların kişi tarafından kabulünü ve anlamlandırılmasını hedef almakla kalmaz. Asosyal bağları ile bu denli övünen terapi kültürü, ilginç bir şekilde hangi duyguların kabul edilebilir, hangilerinin kabul edilemez ve sağlıksız olduğu yönünde de bireye toplumsal mesaj verir.

Her duygu gerçekte kişinin çevresine uyum sağlayabilmesi için bir geri bildirimken, “terapi kültürü” duyguların bu anlamlı işlevini yok sayarak bunların “olumsuz duygular” olduğunu vurgular ve bunlardan kaçınılması gerektiğini bize telkin eder. Terapi kültürüne göre kişinin diğer insanlara olan ihtiyacını açığa çıkaran ve diğer insanlarla güçlü bağlar kurmasına neden olan tüm duygular olumsuzdur.

...

Terapi kültürünün yaptırımları duyguların yaşanabilirliğini belirlemekle kalmaz, aynı zamanda duyguların kontrol edilmesini de amaç olarak belirler. Ancak kişinin duygularını kontrol edebilmesinin ön koşulu olarak terapinin kendisini gösterir. Kişi tek başına duygularını kontrol etmeyi başaramayan bir varlık olarak görülür ve terapi almayı kabul etmemek, kişinin sorunlarından kaçması olarak değerlendirilir.

Bu bakış açısıyla terapi kültürü, sağlıklı bir terapi ortamı oluşturmaktan da uzaktır. Popüler kültürün bir ürünü olarak sosyal duyguların ve normların yok sayıldığı bir ortamda, özel hayat ile sosyal hayatın sınırlarını belirsizleştiren terapi kültürü, kişinin en mahrem sorunlarını dahi topluluk içinde dile getirmesini bekler. Özellikle son zamanlarda medya programlarında kişinin yaşadığı özel sorunların dile getirilmesi “sağlıklı kişilik”in göstergesiymiş gibi vurgulanmaya çalışılıyor. Hikayelerin başkalarına anlatılmasıyla sorunların ortadan kalkacağına vurgu yapılıyor. Oysa gerçekte duygu ve deneyimleri dile getirmek, sorunların azalmasına tek başına fayda edemez. Furedi’ye göre popüler terapötik düzen, sınırları ortadan kaldırarak mahrem olanı öldürüp utanç hissini azaltır. Böylece birçok insan kendi benliğini; bağımlılıkları, sendromları ve hastalıklarıyla tanımlar hale gelir.

Terapi kültürü, aile hayatını da eleştirir. Sık sık dile getirilen aile hayatının karanlık yüzü, patolojilerin aileden geldiği yönünde tek ve fazlasıyla odaklı bir mesaj verebilir. Aile birliği destek alınabilen bir sistem olmaktan çıkıp patalojinin kaynağı ve uzak durulması gereken bir sistem gibi gösterilir.

...

Her şeye rağmen, insanla karşılaşmak ve anlattığı hikayeleri dinlemek, büyüleyici bir deneyimdir. Psikoterapi, sahici bir ilişki ve gerçek bir karşılaşmaya yaslanabildiği ölçüde işe yarar. Sahici bir karşılaşma ise terapistin donanımıyla da ilgilidir. Kendi içine bakmayı bilen, zaaf ve kör noktalarıyla yüzleşebilen ve kendisine dayanak kıldığı kuramın eksikliklerini fark edebilen bir terapist, daha sahici bir buluşma gerçekleştirebilir. Bunun için ‘uzman körlüğü’nden sıyrılması, danışanın eşsiz ruh dünyasını deminden beri ifade etmeye çalıştığımız kuramın berisindeki ideolojiyle ölçüp biçmemesi ve ‘insanım ben, insana dair olan hiçbir şey bana yabancı değil’ diyen düşünürün izinden yürümesi gerekir.

Her buluşma gibi, terapist ve danışan arasındaki buluşma da hayret duygusunu içinde barındırmalı, sürprizlere ve esnekliğe açık olmayı başarmalıdır. Terapide dikkat edilmesi gereken en önemli noktalardan biri, danışan üzerinde tahakküm kurmamak ve danışanı, terapistin güç arzusunu doyuracak bir nesne olarak görmemektir.