Kitaplarımı okuduğunu ve çok istifade ettiğini söyleyen bir Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi öğretmeni beni telefonla aradı. Zümre toplantısında arkadaşlarına makalelerimden ve Çocuğun Manevi Eğitimi isimli kitabımdan bahsettiğini, arkadaşların ortak kararıyla beni davet edip dinlemek istediklerini söyledi.
Öğretmen arkadaşların davetini kabul ettim; fikir alışverişinde bulunmak üzere toplantılarına katıldım. Zümre başkanı söz aldı:
“Öğrencilerimizde ders dinleme alışkanlığı ve disiplini çok zayıf. Onlarda dinleme isteği olmayınca bizde de anlatma motivasyonu olmuyor. Çok azı verdiğimiz ödevleri yapıyor. Namaz kılmaya yetecek kadar sure ve dua ezberletiyoruz, ama ezberde tembellik yapıyorlar. Ezberleyenlere gelince, onların içinde de ancak bir ikisi namaz kılıyor. Derslerde anlattığımız İslâmî ahlâk, davranışlarına yansımıyor. Siz din kültürü öğretmeni olsaydınız onlara güzel ahlâk ve ibadet hevesini nasıl aşılardınız?” Diğer öğretmen arkadaşlar da söz alan arkadaşlara katıldıklarını, benzer sözlerle ifade ettiler.
Arkadaşlara dedim ki:
“Bazı derslerde, özellikle çocukların kulak alışkanlığından dolayı bildiklerini zannettikleri derslerde, motivasyonu sağlamak oldukça zordur. Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersi de bunlardan biri. Öğrencilerinizin hemen tamamına yakını Müslüman aile çocukları oldukları için, anlatacağınız şeyleri bildiklerini zannedip dinlemek istemezler...”
Henüz cümlemi tamamlamıştım ki, bir öğretmen arkadaş dayanamadı:
“Hay ağzınıza sağlık hocam, bizim sıkıntımız da bu!” dedi. “Bildiklerini zannediyorlar, ama bilmiyorlar. Onlara dinlerini nasıl öğreteceğiz; dikkatlerini çekmek için nasıl bir metot izlememiz gerekiyor?”
Bu arkadaşların işi gerçekten zordu. Şüphesiz her branştan öğretmenin kendine göre bir sorumluluğu ve öğretmek zorunda olduğu konular vardı; ama din kültürü ve ahlâk bilgisi öğretmenlerinin sorumluluğu daha ağırdı. İngilizce öğretmeninin bir kelimeyi veya cümleyi yanlış söylemesi çocuklar üzerinde inanç ve ahlâk yönünden belki yıkıcı bir etki bırakmayabilirdi; ama din kültürü öğretmeni hatalı bir davranışıyla veya yanlış bir sözüyle çocukları Allah’tan ve dinden soğutabilirdi...
Eğitimci olarak işimiz çocuk olduğuna göre, çocuğu sevmemiz gerekir. Sevgi bütün kapalı kapıları açan sihirli bir anahtardır. Eğer çocuk sevildiğini bilirse, o da öğretmenini seviyor. Öğretmenini seven bir öğrenci onun dersini de seviyor. Çocukların ders dinlemediğini ve dinleme isteklerinin olmadığını fark eden bir öğretmen kızmak, bağırmak ve onları suçlamak yerine, kendine:
“Neden çocukların ilgisini derse çekemiyorum?” diye sormalı ve cevabını bulmaya çalışmalıdır.
Din kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin temelinde “Allah’a iman” vardır. Ancak Allah’a imanı olan bir insan dinini öğrenme isteği duyar. Çocukların Allah’a olan imanları genellikle ailelerinden duydukları ve gördükleriyle sınırlı “taklidi” bir imandır. Taklidi imanda, geleneksel bir ön kabul vardır; araştırma ve bilimsel veriler yoktur. Temelini araştırma ve bilimsel verilerden alan iman, “tahkiki” imandır.
Bediüzzaman, tahkiki imanın temelinde ilme dayalı Allah bilgisi olduğunu söyler. Yirmi Üçüncü Söz’de, ilim tahsil ederek olgunlaşmayı insanın fıtrî vazifesi olarak izah eder. Ona göre insanın vazifesinin bir diğer boyutu, dua ile ubudiyet, yani Allah’a kul olmaktır. Buradan Bediüzzaman şu sonuca ulaşır:
“Demek insan bu aleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek (olgunlaşmak) için gelmiştir.”
Daha sonra Bediüzzaman gerçek ilmin adresini de gösterir ve ‘marifetullah’ yani Allah bilgisini, ilmin esası ve madeni ve nuru ve ruhu olarak tarif eder. Marifetullahın esası ise Allah’a imandır. Çünkü Allah’a iman olmadan, Allah bilgisi anlamına gelen marifetullaha ulaşmak mümkün değildir.
Özetlemem gerekirse, öğretmen arkadaşlara önlerindeki birinci vazifenin öğrencileri Allah’a imana yöneltirken, muhakkak ilmî bir dil kullanmaları ve bu yolla onları hakiki iman yoluna sokmaya çalışmalarının merkezî bir öneme sahip olduğunu izah etmeye çalıştım.
Fen dersleri kendi dilleriyle Allah’tan bahseder
Doğrusu, sohbet esnasında Bediüzzaman’ın Kastamonu’da kendisini ziyaret eden liseli öğrencilerle yaptığı sohbete benzer bir konu üzerinde döndüğümüz hep aklımdaydı.
Aslında Üstad’ın öğretmenlerinin Allah’tan bahsetmediğini dile getiren lise öğrencileriyle yaptığı sohbet esnasında verdiği örnekler, başlı başına bir ders konusu haline getirilebilir.
Bediüzzaman, gençlere, okudukları kimya, fizik, biyoloji gibi müspet ilimlerden her birinin kendi özel diliyle daima Allah’tan bahsettiğini, öğretmenleri değil bu fen derslerini dinlemelerini tavsiye ettikten sonra, bazı örnekler verir.
Bu örneklerde Üstad’ın hedefi, genç beyinlerin gözü önünde cereyan eden gündelik hadiseler üzerinde kafa yorduktan sonra, bunu kâinat dairesine genişletmeleri ve oradan kâinat ile Allah arasında bir bağ kurmaya yönelmeleridir.
Bu hedef doğrultusunda, Üstad liseli talebelerin dikkatini önce ‘elektrik lambaları’na çeker. Bu elektrik lambalarının sanki yanmak maddesi tükenmiyormuş gibi bir hal gösterdiğini ifade eder önce. Sonra bu halin açık bir şekilde elektriği idare eden, yapan, bunun için bir fabrika kuran son derece maharetli bir ustaya ve kudretli bir elektrikçiye işaret ettiğini belirtir.
Gençler bu örneği anladıktan sonra, Üstad ikinci aşamaya geçer. Fen biliminin elektrik konusu üzerinden hareket ettiği bu örnekte, meseleyi yıldızlara getirir. Ve astronominin verilerini esas alarak, bu defa, dünyadan bin kez büyük ve top güllesinden yetmiş kez süratli olan yıldızların hem birbirlerine çarpmadan, hem de sönmeden hareketli bir elektrik ampulü gibi karanlık semayı aydınlattığını vurgular.
Bu ikinci aşamadan sonra, mesele liseli gençlerin akıllarına yakınlaştırılmıştır artık. Üstad, üçüncü aşamada, lafı dünyanın lambası ve sobası hükmünde olan güneşe getirir. Ve güneşin bir milyon seneden beri yanmasının devamı için her gün dünyanın denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar kömüre ihtiyaç olduğunu ifade ederek, kâinatta adi olarak bakılan bu olayların ne büyük bir ilim ve kudret gerektirdiğini akla ifham ettirir.
Üstad, hiçbir muannidin bilim ağzıyla red edemeyeceği bu tefekkür basamaklarını, her bir basamağında, akla ve onun beraberindeki kalbe, ayrı bir yükselme duygusu yaşatarak, liseli gençlere, ‘gerçek ilmin’ zevkini taddırır.
Son aşamada, Üstad’ın güneş ve güneş gibi yıldızların, gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandığı ve hiç sönmediği vakıasını, tüm bu yıldız ve gezegenlerin birbirine çarpmadan uzaydaki yolculuklarına devam ettikleri gerçeğini, ‘nihayetsiz bir kudret ve saltanat’ ile izah etmenin kaçınılmaz oluşuna bağladığına şahit oluruz.
İşte, tüm aşama ya da basamakları, ilmin rehberliğinde tırmanarak çıkılan bu tefekkür yolculuğu, aslında Bediüzzaman’ın ‘hakiki iman’ dediği şeyin uygulama sahasındaki karşılığıdır. Bu tefekkür yolculuğu, nihayetinde, gençleri kâinatı muhteşem bir sergi olarak görmeye, oradan da bu muhteşem serginin sahibine (Sultanına), aydınlatıcısına (Münevvirine), ihtiyaçları önceden bilip karşılayanına (Müdebbirine), sanatkârına (Sâniine) kavuşturur.
İşte, Fen derslerinin kendi dilleriyle Allah’tan bahsetmesi ve Allah’a kavuşma (O’nun hakkında bilgi sahibi olma) bu şekilde olur. Elbette bu tecrübeyi yaşayan bir gencin imanı, hakiki iman yoluna girmiş demektir.