Dünya finans sistemi, para üzerinden küresel boyutta
nasıl bir mekanizma kurmuştur?
Bu mekanizmanın günümüzün çevre felaketleriyle ilgisi nedir?
Paranın tahripkar gücü, nasıl kontrol altına alınabilir?
Günümüzde çevre yıkımının asıl nedeni insanoğlunun yürüttüğü ekonomik faaliyetlerdir. İnsanlara anlatılmayan şey bütün bu ekonomiyi tefeciliğin ayakta tuttuğudur. Tefeciliğin sistematik yıkıcı mahiyetini anlamak için ise paranın mahiyetini anlamak gerekir.
Parayla ilgili ilk bilinmesi gereken şey, yeryüzünde ‘para’ yerine geçen şeylerin sikke biçiminde ve sikkeleri temsil eden kağıt biçiminde değil, bankaların hesap bilançolarında yer alan ‘banka mevduatları’ biçiminde olduğudur. Bu mevduatların büyük bölümü somut bir serveti temsil etmez, yani stokta o kadar altın veya ona eşdeğer bir şey yoktur. Bu mevduatların sadece onlara faiz yüklemek maksadıyla “varolduğu tasarlanır.”
Normal şartlarda sadece ‘varolduğu tasarlanan’ bir şeyle efektif işlemler yürütülemez. Ancak bankalar kredi ve para yatırma süreçleriyle hiç yoktan oluşturulan paralardan alınan faizlerle kâr eder.
Peki bu süreç nasıl çalışır?
Bu süreç, paralarını bir bankaya veya başka bir tasarruf kurumuna yatıran insanların belirlenen vadenin büyük bölümünde parasına hiç dokunmadan hesapta bırakmasına dayanır. Fakat emniyette olması için bankaya teslim edilen para yerinde durmaz, faizle başkalarına ödünç verilir. İş burada da bitmez, başkalarına ödünç verilen paranın büyük bölümü bir yolunu bulup tekrar sisteme döner. Zira, paranın yeni sahipleri, az bir miktarını nakit olarak kullandıktan sonra geriye kalanı tekrar bankaya veya bir tasarruf kurumuna yatırmayı uygun bulur. Böylece sistemdeki para, yeniden başkalarına faizli borç verilmesine elverişli hale gelir. Bu şekilde baştaki meblağın birkaç misli para elde etmek mümkündür.
Bankacılık sisteminin parayı çoğaltma ve kâr elde etme gücü, mudilerin bütün paralarını aynı anda çekmek istemelerinin uzak bir ihtimal olmasına dayanır. Günümüzde bankalar kendisine emanet edilen mevduatın ne kadarını faizle borç vereceğini, ne kadarını elinde tutması gerektiğini yılların tecrübesiyle ve çok ince hesaplar neticesinde bilmektedir.
Bankaların parayı nasıl işlediğini şu örnekle açıklayabiliriz:
Diyelim ki bir bankaya 100 lira yatırıldı. Banka mudilerin bir kısım mevduatı arada sırada çekebileceğini bildiği için belli bir miktar parayı nakit halde tutar. 100 lira için 10 lirayı elinde tutacağını kabul edersek, banka kalan 90 lirayı başkalarına ödünç olarak verebilir. Fakat bu 90 liranın da reel ekonomide uzun süre nakit halde kalması pek muhtemel değildir. İlk ödünç işleminde parayı almış olan müşterilerin yatırımlarıyla söz konusu meblağ yeni mevduat olarak bankacılık sistemine geri döner. Böylece banka 90 liranın %90’ı olan 81 lirayı yeniden faizle insanlara ödünç olarak verebilir. Paranın tamamı bu şekilde faizle ödünç verilse, kaba bir hesapla banka yıl sonunda tüm bu işlemlerden ötürü 1000 lira üretmiş ve bu 1000 liranın 500 lirasını da kâr olarak kendisi kazanmış olacaktır. Üstelik sadece halkın sırf emniyette olması için yatırmış olduğu paranın sırtından!
Bu sistemi sekteye uğratacak tek bir seçenek vardır, o da mudilerin hepsinin aynı anda bankaya uğrayıp paralarını istemeleri... Eğer böyle bir olay vuku bulsaydı, mudiler paralarının sadece %10’unu geri alabilirlerdi. Çünkü bankada hesaplarda olduğu varsayılan para, ne bankaların elinde, ne borç almış kişilerde, ne de hesap sahiplerindedir. Peki nerededir bu para? Belli ki hiçbir yerde. Üzerinden faiz işlemek amacıyla varolduğu tasarlanmıştır çünkü.
Ne var ki, günümüzdeki bankacılık sisteminin, çoğu kimsenin gözünden kaçan bir başka sonucu vardır. Finans, günümüzde ‘mutlak otorite’ üreten bir mekanizmadır. Politikacıların, din adamlarının, askerlerin yahut eğitimcilerin gücü, finans sisteminin gücüyle karşılaştırıldığında, çok daha zayıftır. İngiltere’nin eski hükümet ekonomi danışmanlarından Sir Fred Atkinson’un ifadesine göre, “Bir ülkenin yönetiminde hükümetin çok az kontrolü vardır; çünkü dünya finans merkezlerinin onayına muhtaçtır. Aksi halde, para çekilip alınır ve döviz kuru düşer. Dolayısıyla dünya finansçıları karşısında bir ulusal siyasetçinin gücü, ancak bir köyün ulusal ekonomide sahip olabildiği güç kadardır.”
Tablonun bu şekilde gerçekleşmesinin ardında, bankacılık sisteminde ‘üretilen’ paranın onu üretenlere güç verdiği gerçeği vardır. Bu kişiler sadece borçlularına politika dayatmakla kalmazlar, borçlu duruma düşenlerin gerekli ödemeleri yapmamaları durumunda, teminat olarak gösterilen şeylere (ev, arazi, gibi somut kaynaklara) kolayca konabilirler.
Peki bu sistemin çevre açısından yıkıcı sonuçlar doğurmasının nedeni nedir? Bu, nereden kaynaklanmaktadır?
Çünkü bankacılık sistemi insanları ve ülkeleri kendisine borçlandırarak, o insanların veya ülkelerin (özellikle gelişmekte olanlarının) kendi halklarını beslemek ve uluslararası borç ödemelerini karşılayacak nakit parayı bulmak için deli gibi çalışmalarına sebep olur.
Gelgelelim, söz gelimi %10’luk bir faizle verilen borçların ödenmesi, tabiatın doğal üretim olanaklarını göz önüne aldığımızda imkansız bir şeydir. Çünkü mesela balinalar tabiatta normal seyri içinde ancak %2 oranında çoğalır. Balinalara yönelik bir yatırım yapan ve bankalara borçlanan bir firma, %10’luk faiz borcunu ödeyebilmek için balinaların kökünü kurutsa bile, en nihayetinde bu borcu yine de ödeyemez. Üstelik, balinaların kökünü kuruttuğuyla kalır.
Bu örnekten de anlaşılacağı üzere, bankacılık sistemi tabiattaki doğal üreme oranının çok üstündeki faiz oranlarıyla, borç verdiği insanları ve firmaları tabiatı sömürmeye, sonuçta tabiatın yıkımına sebebiyet verecek uçuk kaçık seçeneklere yönelmelerine sebep olur.
Konunun bir başka boyutu, bankaların ellerindeki paranın değerlendirilmesini sağlamak üzere, sürekli olarak ‘proje’ peşinde koşmasıdır. Çünkü para banka kasalarında ‘atıl’ olarak durduğunda, bunun bankaya hiçbir faydası yoktur. Eğer paranın değerlendirilebileceği uygun projeler yoksa, finansçılar gerekirse bu tür projeleri kendileri üretmek, ortaya çıkarmak zorundadırlar. İşte dünyanın dört bir yanında gördüğümüz tamamen gereksiz, tabiatı acımasızca tahrip eden bir dizi projenin ardında bu mekanizma vardır.
Bu nedenledir ki, bir yerde tek bir baraj yeterli olsa bile, finansçıların gayretkeşliğiyle o bölgede on baraj inşaatına birden başlanabilir. Bu da o bölgede tabiatın tarumar edilmesi anlamına gelir. O halde tabiat kaynaklarıyla ilgili ‘sürdürülebilir gelişme’ nasıl mümkün olabilir?
Bunun mümkün olabilmesi için, bankaların borç verme ve şirketleri borçlandırma hırsının, tabiatın doğal kaynakları ve doğal büyüme oranıyla aynı düzeyde olması gerekir. Ancak bu şekilde tabiatın bozulmasının ve çevre krizlerine yol açmasının önüne geçilebilir.
Gelgelelim bugün dünyada böyle bir oranı dikkate alan hiçbir sistem yoktur. Tabiat, haklarını savunan kimsenin olmadığı, sahipsiz bir mal gibi kullanılmaya, sömürülmeye ve bozulmaya devam etmektedir. Üstelik yakın gelecekte burada sözünü ettiğimiz bir ‘çevre dostu’ ekonomi anlayışının dünya genelinde hakim olacağına ilişkin herhangi bir emare de görünmemektedir.
O halde, önümüzdeki görev nedir?
Her şeyden önce, Kur’an’da geçen şu ayeti göz önünde bulundurmalıyız:
“Allah alışverişi helal, faizi haram kılmıştır.”
Bu ayette doğruyu bildirme ve yanlışı men etme çerçevesinde Müslümanlar tefeciliği kaldırmaya ve adil ticareti yerleştirmeye çağrıldığına göre, onlar için bunun bir ödev olması gerekir. Böyle bir göreve esas alacakları model, Hz. Muhammed (asm) döneminin Medine’sidir. Orada Allah’a ibadet etmek üzere bir caminin inşa edilmesinden sonra, tefeciliğin yasak olduğu, bütün ticari işlemlerin şeriat ilkelerine ve akidelerine dayandığı bir pazaryeri açılmıştı. Yani bütün ticari işlemler saf altın ve gümüşten oluşan ölçülebilir bir para biriminin aracılık ettiği adil bir değer mübadelesine dayalıydı; bizzat tefeciliğin yol açtığı enflasyonun kaprislerine yenik düşmeyen bu para birimi, banknotun tersine, bizzat değer taşıdığı için hakiki bir değer ölçüsüydü.
Kur’an’da Müslümanlara adil ağırlık ve ölçü birimleri belirlemeleri ve bu konuda hileye başvurmamaları öğütlenir (“Tartıyı adaletle yapın, teraziyi eksik tutmayın.” 55:9) Bunun gereğini yerine getirmek için, Müslümanlar-ve bütün insanlar-Hz. Muhammed’in (asm) sünnetini izlemeyi hedeflemelidir.
Bunun anlamı şudur: Onun sünneti uyarınca, gerçek değer ölçüsü olarak altın ve gümüş para birimine yeniden işlerlik kazandırmak; hiç kimsenin başkaları aleyhine alanı kalıcı biçimde gasp edemeyeceği serbest piyasaları yeniden kurmak; üretimin ve dağıtımın tekeller yerine bireyler elinde olduğu bir yapıya geçmek.
Bunlar gerçekleşmediği müddetçe, mevcut küresel finans mekanizması hükmünü sürdürmeye ve bizi büyük çevre krizleriyle yüz yüze getirmeye devam edecektir.
(Yasin Dutton)