TR EN

Dil Seçin

Ara

Bal: Hakikati Soranlar İçin İbretler Vardır! / Film Yorumu

Bal: Hakikati Soranlar İçin İbretler Vardır! / Film Yorumu

Sinema, keşif yıllarından itibaren doğal olarak belgesel filmlerle işe başladı. Malum; belgesel gerçeğin bizatihi kendisini abartmadan birebir yansıtmak demek. Dramanın sinemaya uyarlanmasıyla film türleri ve atıkları oluştu sonra.

Batılı sinemacılar kendi kültürel kodlarıyla sinema akımlarını geliştirdiler. Neredeyse bütün sinema akımlarına bu nedenle ya Hıristiyanî bir bakış açısı yahut inançsızlık perspektifiyle karamsarlık hâkim oldu.

Toplumsal Gerçekçilik, Yeni Gerçekçilik gibi akımlar batı kültürünün kalibrasyonuna göre 7. Sanatı ele aldı. Genelde Fransız sinemacıların elinden çıkma Şairane Gerçekçilik ise, çağrışımların aksine belli bir pastoral fonda karamsarlık ve umutsuzluk pompalayan filmlerdi.

İtalyan yönetmen Vittorio De Sica’nın yönettiği Bisiklet Hırsızları, Yeni Gerçekçilik akımının zirvesi sayılır. Filmde yokluk içindeki bir adamın, varını yoğunu feda ederek aldığı bisikletin çalınmasıyla gelişen olaylar, alabildiğince sert ve merhametsiz bir bakış açısıyla irdelenir. Ne ki filmin sonunda ortaya çıkan tablo tuhaftır; hırsızlar kahramanımızdan daha da perişandır. Yeni Gerçekçilik mantığı, daha sefil olanın ahlaki olmayanı yapabilme hakkını savunur!

Açıkçası bizim kültürümüze pek uymayan bir bakış açısıdır bu. Nitekim yıllar boyu içimde bur ukde gibi duran bu söyleme muhteşem bir cevabı İranlı yönetmen Macid Macidi, Cennetin Çocukları filmiyle verdi. Film, yoklukta eşsiz bir ailenin mücadelesini anlatıyordu. O kadar ki, iki kardeşin bir çift ayakkabısı vardı ve sırayla giyiyorlardı. Bisiklet Hırsızları’na denk bir sefalet sahnesi… Ancak İtalyan filminden farkı, ayakkabısız çocuk, Cuma namazı esnasında müminlerin ayakkabısına bekçilik yapabiliyordu! Demek ki bizim inancımızda elinde olmayanın çalması gerekmiyordu!

Evet batılıların Yeni ya da Şairane Gerçekçiliği’ne alternatif olarak kullanabileceğimiz bir kavram: Dervişane Gerçekçilik. Öyle bir bakış açısı ki, anlamayı değil idraki, gerçeği değil hakikati, neticeyi değil hikmeti amaçlıyor! İşte Semih Kaplanoğlu’nun son filmi Bal böylesi bir film; Dervişane Gerçekçi bir sinema eseri.

Hikaye şöyle:

Yusuf ilkokula başlamış, okuma yazma öğrenmektedir. Babası Yakup ürkütücü bir ormanın derinliklerinde, yüksek ağaçların üzerine kurulmuş el yapımı kovanlarda üretilen karakovan balcılığıyla uğraşmaktadır. Babasıyla sık sık gittiği orman, Yusuf için gizemli bir yerdir...

Yusuf bir sabah gördüğü rüyayı babasına anlatır. Bu rüya ikisi arasında sonsuza dek kalacak bir sırdır. Aynı gün Yusuf sınıfın önünde öğretmenin verdiği okuma metnini okurken aniden kekelemeye başlar ve arkadaşlarının alay konusu olur.

Yakup, anlaşılmaz bir nedenle soyu hızla tükenen Kafkas arılarının peşinden uzak bir ormana gider.

Babasının gidişiyle Yusuf iyice sessizliğe gömülür. Yusuf’un bu hali çay tarlasında çalışan annesi Zehra’yı üzmektedir. Ne kadar uğraşsa da Yusuf’u konuşturamaz.

Günler geçer, Yakup’un gecikmesi Zehra’yı ve Yusuf’u tedirgin eder.

Zehra Miraç Kandil’i gecesi için Yusuf’u köyden uzaktaki anneannesine gönderir. Yusuf, orada dinlediği hikayelerdeki peygambere benzettiği babasının mutlaka geri döneceğine inanmaktadır.

Ertesi gün Sis Dağı şenliğinde de Yakup’a rastlayamazlar... Babasını aramak için ormanın derinliklerine dalan Yusuf’un gördüğü rüya gerçekleşecek midir?

Olay örgüsü birebir benzemese de size bir şeyler hatırlatıyor değil mi bu öykü?

Oysa kutsal metinler, birer sinopsis kaynağıdır. Sinemanın bidayetinden beri inanç ile araya mesafe koymasında kaybedenin başta 7. Sanat olmak üzere tüm insanlık olmuştur. Tarkovsky “Sinema bir nasihat aracıdır.” derken bunu kastediyordu!..

Meseleyi dağıtmayalım. Yukarıda özetini okuduğunuz öykü, Semih Kaplanoğlu’nun yazıp yönettiği ‘Yusuf Üçlemesi’nin son ve Altın Ayı ödüllü Bal filmine ait.

“Üç Yusuf” şemsiyesi altında “geçmiş/bugün ve yarın” üç bakış atan sinemacı serisini tam bir şaheserle taçlandırıyor.

Bilindiği üzere bir önceki film olan Süt bugünü, Yumurta ise geleceği ele alıyordu. Bal öyle bir film ki, insan izledikten sonra ister istemez, konudan filan çok daha önemli olarak kavramsal yaklaşımlarda bulunmak istiyor. İtiraf etmeliyiz ki, entelektüel tat olarak çok ender filmde var bu lezzet!

Bir sefer referans noktası inanılmaz sağlam ve itiraz edilmez: Maneviyata yaslanan ama diyalektiği de ıskalamayan bir ecza. Merhum Meriç; “Sıhhatli olan klasiktir, hasta olan romantik.” der bir keresinde. Marazi bir romantizm yok üçlemede, gerçekliğin şiirselliği var. Sıhhat var buram buram.

Bakın bu cümleler de yönetmenin bir söyleşisinden: “İnsanın kendini keşfi nefsin faydasızlığını fark etmesiyle başlıyor. Fıtri keşfe giden yol; insanın dünyada nedensiz bir şekilde olmadığını anlaması, öğrenmesi, tecrübe etmesi ve buna inanmasıyla ilerliyor. İnanmakla, hatırlamakla, anlamakla, düşünmekle, en önemlisi tefekkür etmekle... Sonuçta bütün uğraş sevgili olmak için. O’na olan sevgiyi, bağlılığı göstermek ve O’nun mevcudiyetini başkalarına da hissettirmek için...”

Bal bir yönüyle ‘Ahsenü’l-Kısas’a sırtını yaslarken güncelden ve yerellikten taviz vermediği gibi derinlikli referansları da kendi katmanlarında sağlam şekilde muhafaza ediyor.

Semih Kaplanoğlu’nun sinematografik menkıbesi ve mesleki serüveni onu öyle bir noktaya getirmiş ki, filmin her karesinde şair Alfred De Vigny’nin “Ulvi olan sükuttur, gayrısı zaaftır.” cümlesi geliyor akla! Keza Necip Fazıl’ın “Suskun Deniz”indeki; “Gittim, gittim, denizin/ sınır yerine vardım/ Halin bana da geçsin /diye ona yalvardım/ Bir çılgın vesvesede/ içim didiklense de,/Olaydım o cüssede/ Onun gibi susardım.” dizeleri hayat buluyor Kaplanoğlu’nun filmlerinde.

Zira susmak büyük denizlerin işi! Sanatçı söyleşisinde şöyle aktarıyor tercihini: “Şiirde kelimelerden oluşmuş bir ahenk vardır ve o kelimeler aslında dile karşıdır. Çünkü dil, konuşmak demek; yani bizi birbirimizden ve kendimizden ayıran şey. Dilin mahkûmiyetinden kurtulmak önemli. Resim, dilin mahkûmiyetinden bizi kurtarır; sinema ve şiir de keza... Sayfalarca yazıyı üç satırlık şiir karşılar. Sadeleşme, benim sinemayla ilişkimde şiirden edindiğim yegâne disiplindir.”

Öte yandan Bal (serinin diğerlerinde olduğu gibi) birçok alt metin eşliğinde akıyor. Yönetmenin üzerine titreyerek pratize ettiği şiirsel gerçeklik, sayamayacağımız kadar çok metafor, sosyal kontak, vurgu ve ezoterik gönderme içeriyor.

Şüphesiz popüler sinema izleyicisi için son derece riskli bir tercih bu, lakin sinema; bir şey söyleme sanatı ise, sinema; şiir gibi, bitirildikten sonra bir tek virgülü bile kaldıramayan bir sanat ise, bunu yapması gerekiyordu Semih Kaplanoğlu’nun.

Öyle zengin bir bakıştan, öylesine sıra dışı ve geniş bir perspektiften besleniyor ki, yerel ve evrensel referanslar birer şiir mısraı gibi yan yana ve alt alta görsel olarak diziliveriyor.