TR EN

Dil Seçin

Ara

Cenneti Satın Alan Genç

Cenneti Satın Alan Genç

“Ben hayal satın alırım” dedi. Anlamadı genç adam. “Ben iş başvurusu için gelmiştim. Ne dediğinizi tam anlayamadım.” “Kolay bir iş” diye devam etti, boğaz manzaralı odasında oturan adam... “Bana hayalini satacaksın, ben de sana ücretini fazlasıyla vereceğim. Benim emrimde çalışan senin gibi pek çok insan var ama yapamam deyip yüz çeviren de...”

“Ben hayal satın alırım” dedi.

Anlamadı genç adam. “Ben iş başvurusu için gelmiştim. Ne dediğinizi tam anlayamadım.”

“Kolay bir iş” diye devam etti, boğaz manzaralı odasında oturan adam... “Bana hayalini satacaksın, ben de sana ücretini fazlasıyla vereceğim. Benim emrimde çalışan senin gibi pek çok insan var ama yapamam deyip yüz çeviren de...” 

“Nasıl?” dedi. “Hayal satma işini de ilk defa duyuyorum.”

“Anlatayım,” diye devam etti. “Hayalin benim için çalışacak. Yani benim istediğim manzaralar hayalini süsleyecek.”

Genç adam hayret ve şaşkınlık içinde konuşulanları dinliyordu.

“Zihnin boş şeylerle meşgul olmayacak. Güzel şeyleri hayal edeceksin. Hem kendine faydalı olacak, hem de başkalarının faydasına olacak hoş ve nezih şeylerin hayaliyle yaşayacak ve elinden geldiği kadar da uygulamaya çalışacaksın. Ben de seni izleyeceğim. Yapabilirsen dile benden ne dilersen!”

“Hayali bile güzel” dedi genç... “Peki bu işi yakınlarıma da tavsiye edebilir miyim? Onlar için de aynı şartlar geçerli mi?”

“Tabii, herkese duyurabilirsin. Ve sen de ilk sınavı kazanmış oldun böylece. Kendin için istediğini başkaları için de istedin. Seni işe aldım. Hemen bugün başlayabilirsin.”

Genç adam, kalın bir “Roo roo!” sesiyle kendine geldi. Vapur Kadıköy iskelesine yanaşıyordu. 

İç geçirdi. “Hayalmiş” dedi kendi kendine... “Kaptırdım yine.”

 

Emaneti sahibine satmak nasıl bir ticaret?

O günlerde üniversiteyi yeni bitirmiş, iş arıyordu. Arkadaşıyla birlikte okudukları bir kitabın satır aralarında geçiyordu, böyle bir satış işlemi... İş arayışıyla bu konu birleşince genç adamın hayali “hayal alıp satan” bir işe gitmişti.

Okudukları yerde, karşılığında yüksek kazançların olduğu büyük bir ticaretten bahsediliyordu. Bildik ticaretlerden farklıydı bu biraz... “Emaneti sahib-i hakikisine satmak” deniyordu.

Hem emanet, hem emaneti sahibine geri satmak, hem de karşılığında hayal edilemeyecek kadar yüksek kârlar elde etmek... Böyle bir iş, ilginç gelmişti genç adama... Emanet şey satılabilir miydi, hem de büyük kazançlar elde etme karşılığında?

Okuduklarının ışığında düşünmeye başladı:

“Allah iman edenlerden, karşılığında cenneti vermek üzere canlarını ve mallarını satın almıştır.” (Tevbe, 111)

Emanet kendisiydi; canıyla, kanıyla, hayatıyla, duygularıyla ve duyularıyla... Hiç yokken elde etmişti neyi varsa; daha doğrusu emanet edilmişti ona... Daha bilmem kaç yıl önce, böyle bir “genç adam” yoktu mesela... Bilmem kaç yıl sonra da olmayacaktı. Emanet elden gidecekti yani... Ona beka vermenin yolları olmalıydı. 

Büyük bir teklif vardı işte: “Elinde emanet olarak bulundurduğun ne varsa, bana sat; ben de sana karşılığında sonsuz bir varlık vereyim.” Cennet değerinde bir kâr!

Ve teklif büyük yerden geliyordu; vazgeçmek, eksik vermek, unutmak, aldatmak gibi mefhumlar kesinlikle yoktu O’nun katında... “Sadıku’l-Vaad”di, vaadinden dönmezdi; lütfu ve ikramı da sonsuzdu, hazinesine diyecek yoktu.

Genç adam, yapılması gereken şeyleri bir kez daha hatırladı. 

 

“Varlık” emanetini satmak ve Cenneti satın almak

Yaratıcısının kendisine emanet olarak verdiği “varlığını”, O’nun namına ve O’nun izni dairesinde kullanmalıydı. Emanete hıyanet edip, nefsi hesabına çalıştırmamalıydı. Hevasına değil, Hüdâ’sına tabi olmalıydı.

Aklıyla, “kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini” açmalıydı. Aklını O’nun yolunda çalıştırmalıydı. Varlıklar üzerinden O’na ulaşabilmeliydi. Her birinin üzerinde “esma” mührünü görebilmeliydi. 

Gözüyle, “büyük kâinat kitabında gezintiye çıkmalı, Rabbin sanat mucizelerinin seyircisi ve arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine” çıkabilmeliydi. Gözü, onu verenin emri ve isteği doğrultusunda kullanmalıydı. 

Dili, “kudret mutfaklarının şükreden bir denetleyicisi” olmalıydı. Onu mide hesabına çalıştırmamalı, zevk ve haz aracı haline getirmemeliydi. Lezzeti şükür için istemeliydi. Şükretmeli, zikretmeli, O’nun adını dilinden düşürmemeliydi. Yalana, gıybete, dedikoduya, birilerini çekiştirmeye yanaşmamalıydı. 

Elini harama uzatmamalı, yasak olana dokunmamalıydı. Ayağı onu yanlış yerlere sürüklememeliydi. Kulağı kâinattaki ilahî musikiyi duyabilmeliydi.

Ve daha neyi varsa, neyi “emanet” olarak elinde bulunduruyorsa, hepsini aynı şekilde O’nun adına kullanmalıydı. O zaman cenneti “satın almış” olabilirdi. “Varlık” emanetini satarak, karşılığında cenneti kazanabilirdi. Ve cennete layık bir donanımla oraya gönül rahatlığıyla girebilirdi. 

Peki bu “satış” işlemi o kadar zor muydu ki, pek çokları elindekini satmaktan kaçıyordu? 

Aslında değildi. Helal dairesi geniş ve keyfe kâfiydi. Harama girmeye lüzum yoktu. İlahî emirler çok hafif ve azdı. Hem Allah’a kul olmak lezzetli bir şerefti ki, tarifi mümkün değil. Yapılması gereken şey, sadece Allah namına işlemek, O’nun adıyla başlamaktı. O’nun hesabıyla vermek ve almaktı. Ve O’nun izni ve kanunu dairesinde hareket etmekti. Kusur ettiğinde de af dilemekti.

Bir süre etrafını seyre koyuldu. Seyyar satıcılar, otobüs durağında bekleyen ve bir oraya bir buraya koşturan insanlar, arabalar, vapurlar, martılar, deniz, gökyüzü...

Derin bir nefes aldı ve sahil boyunca yürümeye başladı. Böyle bir ticareti yapmamak akıl kârı değildi. Peş peşe kulağına gelen ezan sesleriyle, en yakındaki camiye götürdü ayakları onu... Tamam işte, alışveriş başlamıştı.