TR EN

Dil Seçin

Ara

Ahirzaman Masalları / Üç Günlük Kervansaray

Ahirzaman Masalları / Üç Günlük Kervansaray

Bundan yıllar yıllar önceymiş. Bir kervan kafilesi uçsuz bucaksız çöllerde karanlıklar içinde seyahat ediyormuş. Gece vaktiymiş ve ıssız çölde bir tek gökyüzündeki yıldızların haşmetli parıltısı görülebiliyor, bir de rüzgârın çıkardığı türlü türlü melodiler işitilebiliyormuş. Dışardan bakıldığında sadece siluetleri görülebilen kervan yolcularının yüz hatlarında ise korku ile ümit, karamsarlıkla iyimserlik, ayrılıkla kavuşacak olma duyguları kolkola geziyormuş. Geceymiş, ama onlar yine de yollarına devam ediyorlarmış. Develerinin kendilerini nereye götürdüğünden pek de emin olmadan sürdürüyorlarmış yolculuklarını. Gece çöle sindikçe, uyku da yolcuların üzerine çöküyor, deve sırtında hem uyuyup hem de yolculuklarına devam ediyorlarmış.

Sabahın ilk ışıklarıyla gözünü açan yolcular ufukta bir kervansarayın belirdiğini farketmişler. Haykırışlar, sevinç çığlıkları, mutluluk gözyaşları bütün kervanı sarıvermiş. Herkes birbirine, yaklaşmakta oldukları kervansarayın o kadar mesafeden bile ne kadar harikulade ve mükemmel göründüğünü anlatmaya başlamış. Gerçekten de kubbelerinin azameti, mimarisinin ve üzerinde görünen sanatın üstünlüğü ilk bakışta bile anlaşılabiliyormuş.

Nihayet kervansarayın kapısına ulaşmışlar. Herkes kapının üzerinde büyücek harflerle yazılı şu ilanı okumuş: 

“Ey yolcular! Hepiniz hoşgeldiniz. Burada üç gün boyunca konaklayacaksınız. Burada geçireceğiniz zaman zarfında size ikram edilenler sadece birer örnek ve numunedir. Kervansarayımda bana isyan etmeyip kurallarıma itaat ettiğiniz takdirde size bu numunelerin daha güzel olan asıllarını vereceğim. Üç gün sonra isteseniz de istemeseniz de bu kervansarayı terkedecek ve asıl büyük şehre, benim yanıma getirileceksiniz. Bunu sakın unutmayın. Şehrin ve Kervansarayın Sahibi.” 

Yolcular bu levhanın asılı olduğu kapının kervansaray hizmetkârları tarafından saygıyla kendilerine açıldığına şahit olmuşlar. Bağı, bahçesi, havuzları, fıskiyeleri, süt, et vs için beslenen türlü türlü hayvanlarıyla sanki kendi başına bir şehir gibiymiş kervansaray. Odaları çeşit çeşit sanat eserleriyle donatılmış, kuş tüyü yastıkların insanı kendisine davet ettiği sanki gerçek bir saraymış. Tabaklar, bardaklar, kaşıklar, çatallar yolcuların o güne kadar hiç görmediği kadar harika sanatları üzerlerinde taşıyormuş. Sayıları neredeyse yolcular kadar olan hizmetkarlar büyük bir sessizlik ve saygı içinde bütün işleri eksiksiz yapıyor, yolcuların her isteklerine koşuyorlarmış. Bu arada, bütün odaların duvarlarında büyük kapıdakine benzeyen, yolcuları, yolculuklarının bitmediği, asıl büyük şehre gidecekleri ve bu kervansarayın ve o şehrin hâkimiyle tanışacakları konusunda uyaran, onlara hangi odada nasıl hareket etmeleri gerektiğini bildiren levhalar göze ilişiyormuş.

Bu yazıları herkes okuyormuş okumasına, fakat yumuşacık döşeklere yerleşip etraflarında pervane gibi dönen hizmetkarların getirdiği yiyecek ve içeceklerle karınlarını şişiren kimi yolcular “Bizim asıl yaşamamız gereken yer olsa olsa burasıdır. Neresi bu saraydan daha güzel olabilir ki?” demeye başlamışlar. “Oturalım oturduğumuz yerde, keyfimize bakalım. Bakın uşaklar bile bize efendileriymişiz gibi hizmet ediyor, demek ki bütün bunlar bizim. Zaten bu sarayı da biz bulmadık mı?” Böyle deyip eğlenmeye, dans etmeye, kendi yaptıkları içkileri içmeye, söyledikleri anlamsız şarkılarla ve naralarla başkalarını rahatsız etmeye başlamışlar, sonra da sızmışlar.

Bu gibilerin sayısı fazla değilmiş, ancak diğer yolcuların çoğu onlara uymuş, çünkü onlar da rahatlarına fazlaca düşkünlermiş. İçten içe yaptıklarının yanlış olduğunu biliyorlarsa da zevk ve keyif eğilimleri daha ağır basıyormuş. 

Yolcuların arasında durumun farkında olanlar da varmış elbette. Bu kervansarayın kendilerine sadece ve sadece üç günlüğüne konaklamak için sunulduğunu, ardından buradaki hareketlerine göre büyük şehirde mükâfat yada ceza göreceklerini biliyorlarmış o yolcular. Dilleri döndüğünce etraflarındakilere anlatmaya da çalışıyorlarmış bunu. “Hepimiz yolcuyuz. Bu kervansaray ne bize ait, ne de onda ölene dek kalmamız mümkün. Hem, bakın hemen her köşedeki şu levhalar da öyle söylemiyor mu zaten?" diyorlarmış. “Edebimizle burada dinlenelim, bize sunulan yiyecekleri ve içecekleri yiyelim ama öyle taşkınlıklar yapmayalım.”

Gelgelelim, keyfine düşkün birinci grup onların bu söylediklerine kulak asmamış. Üstüne üstlük “Sizler rahatımızı bozuyorsunuz bu laflarınızla. Aramızda bozgunculuk çıkarıyorsunuz. Ya sesinizi kesin, yoksa ne yapacağımızı görürsünüz” diye onları tehdide bile kalkışmışlar. Sahiden de daha ilk günden içlerinden bazılarını silahlı muhafız olarak görevlendirip güç gösterisi yapmışlar. Bununla da kalmayıp, onları sarayın uşaklar için ayrılan bodrum katında kalmaya zorlamışlar. İçlerinden sesini yükseltmeye kalkışacaklar olursa karanlık bir odaya hapsedip eziyet etmekle tehdit etmişler.

Kendileri sarayın baş köşesine kurulmuşlar ve en güzel odalarla en yumuşak şilteleri kendilerine lâyık görmüşler. Bahçelere ve ağaçlara, ehlî hayvanların hepsine el koymuşlar. “Bu saray artık bizden sorulur. Buranın hâkimi biziz. Kuralları da ancak biz koyarız” demişler. Sonra da kendilerine ram olanlara bir nevi rüşvet olarak diğer güzel odalardan bazılarını ve döşekleri dağıtmışlar, güzel yiyeceklerden ve meyvelerden ikram etmişler. Çoğunluk ya korkudan, ya da aldıkları rüşvetlerden dolayı onlara seslerini çıkaramaz hale gelmiş.

Böylece kervansaray ilk günden bu grubun hâkimiyeti altına girmiş. Onlar ve başını çektikleri çoğunluk, yolcu olduklarını unutup kervansarayı bölüşmeye, bahçelerinden ve hayvanlardan sağlanan ürünleri aralarında paylaşmaya başlamış. Elbette “aslan payı” hep ilk gruba düşüyormuş.

Bu arada, aşağılanan ve horlanan yolcular kısmetlerine düşenle yetiniyor ve daha yumuşak bir döşek için veya meyvelerin daha olgununu kapmak için o keyfine ve zevkine düşkün zalimlerle didişmeye ya da onlara yaltaklanmaya tenezzül etmiyormuş. “Topu topu birkaç gün kalacağımız bu kervansarayın en güzel döşeğine kurulsak ne, kurulmasak ne? Meyve bahçelerinin hepsine sahip olsak ne, olmasak ne? Şu birkaç günlük konaklamada onlardan yiyebileceğimiz zaten topu topu birkaç tane” diyorlarmış. Ve hiçbir zaman içlerinde kervansarayın yalancı hâkimlerine karşı korku duymuyorlarmış.

İkinci gün, ilk grubun sınır tanımadan zevk ve sefaya düşkünlüğünün sonuçları görülmeye başlamış. Meyveler ve yiyecekler herkese yetebileceği halde, onlar ve eğlence arkadaşlarının bir defa ısırıp sonra yere atmaları, karınları tok olduğu halde gereksiz tıkınmaları nedeniyle meyve ve yiyecek stoğu yok denecek kadar azalmış. Bir kısım hizmetkârlar ve temizlikçiler kendilerine yapılan hakaretlere ve kötü muameleye dayanamayıp kervansarayı terketmişler. Yerler akşam sofralarının artıklarıyla dolmuş. Ortalığa çürük meyve ve içki kokuları sinmiş. Durumun farkına varanlar yavaş yavaş şikâyete, böyle giderse kervansarayda açlıktan öleceklerini veya pislikten hasta olacaklarını söylemeye başlamışlar. Bazıları da diğer bazılarına daha fazlasının verildiğinden, kendilerine haksızlık yapıldığından sızlanmış.

Gerçeği gören yolcular ellerindeki azı, idareli ve iktisatlı kullandıklarından, sadece ihtiyaçları kadar yediklerinden ve israf etmediklerinden, dahası o sefahet âlemlerine katılmadıklarından sükûnetlerini muhafaza ediyorlarmış. İyilik diliyle diğer sarhoş yolcuları uyandırmaya, bu üç günün göz açıp kapayıncaya kadar geçivereceğini, böyle yapmaya devam ettikleri takdirde götürülecekleri şehirde mahkemelere çıkarılıp şehrin ve kervansarayın sahibine saygısızlıktan, onun kurallarına uymamaktan ve kervansarayını sahiplenip bölüştürmekten dolayı ceza göreceklerini anlatmışlar. Onlar şehre yolculuk zamanının gelip çatacağını biliyorlarmış; burada gördükleri ikramların sadece birer numune ve örnek olduğunun da farkındalarmış.

Fakat, içlerinden bazıları kendilerine reva görülen muameleyi içlerine sindiremiyormuş. “Bizim de güzel döşeklerde oturmaya hakkımız yok mu? Bizim de en olgun meyveleri yemeye hakkımız yok mu? Burası onların tapulu malı mı? Bizim de burada söz söylemeye hakkımız var” demişler. “Yeter artık kaç gündür en iyi döşeklerde ve ferah odalarda onlar sefa sürüyor, biz ise izbe bodrumlarda sürünüp duruyoruz. Bu işe bir son vermek gerekir.” Ve diğer şikayetçi yolcuların arasına karışıp kendilerini kervansarayın yöneticileri seçerlerse bütün bu pisliklerin temizleneceğini, yiyecek ve meyvelerin âdilane bölüştürüleceğini, odaların ve minderlerin dağılımındaki haksızlıkların ortadan kaldırılacağını iddia etmişler. Gidişatın kötülüğünden bıkmış yolcular, “Galiba bunlar bu işi yapabilirler. Hem öyle âlemler yapıp har vurup harman savurmuyorlar ve en iyi şeyleri kendilerine ayırmıyorlar, hem de dürüste benziyorlar” demişler.

Kervansaraya hüküm sürenler en iyi odaların ve yumuşak döşeklerin, dahası bağ ve bahçelerin, hayvanların ellerinden gidecek gibi görünmesi üzerine, silahlı muhafızların sayısını artırmış, dikkatleri başka yönlere çekmek için yeni yeni güreş yarışmaları düzenlemiş ve dansöz ve soytarıların eşliğindeki tellallarıyla rakipleri hakkında yalan haberler yaymaya başlamışlar...

Bütün bunlar olup biterken, döşek ve bahçe derdine düşmenin yolculuk bilinciyle bağdaşmadığını söyleyenlerin sesleri karşılıklı rekabet kavgaları içinde duyulmaz olmuş.

Onlar ne kadar “Bakın bu kervansarayın sahibinin huzuruna çıktığımızda utanacağımız şeyler yapmayalım. Bırakalım bize ait olmayan mülkleri taksim etmeyi, bırakalım beraberimizde götüremeyeceğimiz malları sahiplenmeyi ve üzerinde kavga etmeyi” derlerse desinler, bu sözleri pek az kişi dinlemiş.

Üçüncü günün sabahında, yine aynı kavgalar ve şikâyetler yükseliyormuş kervansaraydan. Neredeyse herkes kendisine düşen minderin sertliğinden, meyvelerin azlığından, başkalarının çalıp çırptığından dem vuruyormuş. Kervansarayı hâkimiyetleri altına alanlar her türlü şirretliğe ve hileye başvurup rakiplerinin her hareketine karışmaya, onları gruplar halinde zindana atmaya başlamışlar...

Şehre götürüleceklerini ve kervansarayın ve şehrin hâkiminin yanına çıkarılacaklarını unutmayan yolcular ve kervansarayın hizmetkarları ise bu kavga-gürültüyü ibretle izliyorlarmış. Haksızlıklara taraf olmamakla birlikte, bu kavgaya karışanların en önemli şeyi—kervansarayın asıl sahibini ve o günün akşamı onun yanına götürülecekleri ve hesap verecekleri gerçeğini—unuttuğuna veya en azından kervansaraya hâkimiyet çekişmesini izleyenlere unutturduklarına esefle şahit oluyorlarmış...

O sırada vakit ikindiymiş ve üçüncü günün güneşi ufka doğru iniyormuş...