TR EN

Dil Seçin

Ara

Ahirzaman Masalları / Halis Harikalar Diyarında I

Ahirzaman Masalları / Halis Harikalar Diyarında I

Bir varmış, bir yokmuş. Ahirzaman içinde, modern çağların birinde, insanlar gözlerine alışkanlık ve sıradanlık perdesi çekip mucizelere kör bakışıyla bakar iken, ben hayatımı şenlendirmek ve canlandırmak için nice şeyleri dener iken, ülkelerden birinde Halis isminde bir genç yaşarmış. Okula giden, derslerine az-çok çalışan, fakat ne yaparsa yapsın içindeki sıkıntıları dindiremeyen bir gençmiş Halis. Onun için de müzik, futbol, gezme-tozma vs ile yeni heyecanlar arar dururmuş ama ne çare!..

Mevsimlerden bahar, günlerden bir tatil günüymüş. Sabahın erken bir saatinde abisi Halis’i uyandırıp evlerinin yakınındaki koruluğa gitmeyi teklif etmiş. O da “Sabahın bu vaktinde orada ne yapılır ki?” diye düşünmüş, ama abisini kıramadığı için teklifi kabul etmiş. Birlikte koruluğa gittiklerinde, abisi bir ağacın gölgesine oturup yanında getirdiği kitabını okumaya başlamış. Halis yalnız kalmışmış artık. “Madem yalnız başına kitap okuyacaktın, beni neden yanında getirdin ki?” demiş. Ama abisine değil, kendi kendine! “O kitabı bana tercih ediyor. Oysa benim canım hoplamak, koşmak, oynamak istiyor.”

Çevresindeki her şey çok güzelmiş. Rengârenk kelebekler, türlü türlü renkte ve kokuda çiçekler, cıvıl cıvıl öten kuşlar... Ama Halis’in canı sıkılıyormuş işte. O da bir ağacın altına uzanmış, yerden kopardığı bir papatyayı evirip çevirmeye başlamış. O sırada yakındaki dala küçük bir serçe konup onu seyretmeye başlamış. O da serçeyi seyrederken, bir hışırtı sesi işitmiş. Sesin geldiği yöne doğru bakınca rengârenk bir tavşan görmesin mi? Birden tavşanı yakalamak isteği duymuş içinde. Kalkıp arkasından koşmaya başladığında hayretler içinde kalmış, çünkü bu tavşan kısacık iki arka ayağı üzerinde koşuyormuş. Buna rağmen hemen gözden kaybolmuş...

Tavşanın ardından koşarken birden Halis’in ayağı tökezlemiş ve bir çukura düşmüş. Daha önce o koruya defalarca gittiği halde, hiç görmediği büyüklükte, boyu kendi boyunu aşan bir çukurmuş bu. Çukurdan çıkmaya çalışırken, toprak renginde küçük bir kapı görmüş bu defa. Hem merak, hem de korkuya kapılmış. “Ne ola ki bu kapı; nereye açılıyor acaba?” demiş kendi kendisine. “Açsam mı, yoksa bırakıp gitsem mi?..” 

Ama merak duygusu ağır basmış ve kapıyı açmaya çalışmış. Biraz uğraştıktan sonra kapı açılmış; Halis de korkuyla ve küçük adımlarla kapıdan içeriye girmiş. O içeri girer girmez kapı büyük bir gürültüyle kapanmış. Halis, bu defa ne kadar çabaladıysa da kapıyı açamamış. Bunun üzerine çaresizce önünde uzanan karanlık dehlizden ilerlemeye başlamış. Dehlizin sonuna ulaştığında, önüne ışıl ışıl bir vadi açılmış. Gözleri kamaştığı için elini gözüne siper ederek yürüyormuş. Artık korku değil, daha çok merakla doluymuş içi. Bir taraftan da içinden sorular soruyormuş: “Bu kapıyı kim koydu buraya acaba? Hiç böylesine uçsuz bucaksız bir vadi görmedim hayatımda; acaba toprağın altında böyle bir büyük vadi nasıl mümkün olur?”

Bunları düşünürken, birden sağ tarafından bir ses duymuş. “Halis, bize bak! Halis, bize bak!” diyen bu seslerin sahiplerini bulmaya çalışmışsa da başaramamış. “Hey Halis! Bize baksana!” Ama ortalıkta kimsecikler görünmüyormuş. Sonunda gözlerini aşağı doğru indirdiğinde, yerde serçe parmağı büyüklüğünde üç küçük yuvarlak odun parçası görmesin mi. “Nihayet bizi görebildin.” Bu sesin bu odun parçacıklarından geldiğini keşfedince, hayretinden neredeyse dengesini kaybedip yere düşecekmiş. “Çok şaşırdın değil mi? Daha çok şaşıracaksın!..”

Bir-iki saniye sonra, en sağdaki odun parçacığı zıplamaya başlamış ve tam Halis’in boyunun hizasına geldiğinde müthiş bir sesle patlamış. Dehşet ve hayrete kapılan Halis artık düştüğü yerde oturarak izliyormuş olup bitenleri. İnfilak eden odun parçacığından insan gözünün takip etmekte zorlanacağı bir hızda kumaşlar ve örtüler fışkırmaya başlamış. Metrelerce, ama metrelerce kumaş, küçücük odun parçasından yeryüzüne akın ediyormuş… Binlerce, milyonlarca ayrı renk ve tonda, türlü türlü desende kumaşlarmış bunlar. Halis, korku içinde olanları seyrederken, yerleri dolduran kumaşların kenarlarında şu harflerin yazılı olduğunu görmüş: H-F-Z. 

Yüzlerce metre yeşilin her tonunu barındıran kumaşın arkasından kırmızının, onun ardından mavinin, peşi sıra sarının hâkim olduğu kumaşlar geliyormuş. İşinin erbabı terzileri hayran bırakacak kadar sanatlı ve harika olan kumaşlar o kadar çok, o kadar çokmuş ki, Halis bir an “Bu kumaşlar dünyadaki bütün insanları giydirmeye yeter de artar” diye düşünmüş. Gerçekten de, vadi kumaşla dolmuş-taşmış. Halis kumaşların içinde boğulmamak için can havliyle çırpınıyormuş.

Halis, “Ben nereye geldim? Nedir bütün bunlar? Yoksa bir rüya mı? Bu gördüklerimi anlatsam, ne abim ne de başka hiçkimse bana inanmaz…” diye düşünürken, az önce gördüğü odun parçacıklarından birisi kumaş yığınlarının arasından sıyrılarak havaya fırlamış ve bir anda bütün o vadiyi dolduran kumaşları yutmaya başlamış. Beş-on saniye sonra, Halis’in bulunduğu vadi yine sessiz-sedasız ve ıssız hâle gelmiş yeniden. 

Ama bu defa da, rüyasında bile görse hayrete düşeceği bir şeye şahit olmuş Halis. Gökyüzünden büyük bir hızla inen bir kaya kütlesi havada asılı duran bu tahta parçacığının üzerine düşmüş. Ama, tahta parçası, iri-yarı bir insanın bile kaldıramayacağı bu kayanın ağırlığından etkilenmediği gibi, o kadar hızla üzerine inmesini de umursamaz görünüyormuş. Az sonra, gökyüzünden daha da büyük ikinci bir kaya daha düşmüş ilkinin üzerine; ama tahta parçası dünya şampiyonu haltercileri bile kıskandıracak kadar hareketsiz ve sakinmiş. Üçüncüsü, dördüncüsü... derken her biri bir öncekinden daha büyük kaya kütleleri odun parçacığının üzerinde bir gökdelen gibi yükselmeye başlamış. Nasıl olur da bu kadar küçücük şey o kadar ağırlığı taşıyabiliyor diye merak eden Halis, odun parçacığına iyice yaklaşıp baktığında B-S-M harflerinin yazılı olduğunu görmüş.

Halis, bu defa daha büyük bir hayret ve korku içindeymiş. Yeni gelen kayaları izlemek için gözlerini çok çok yükseklere kaldırmak zorundaymış şimdi. Bir müddet sonra, mini minnacık odun parçacığının omuzları üstünde yükselen kaya kütlelerinin ucunu göremez olmuş, çünkü bulutların arasında kaybolup gidiyorlarmış.

Biraz sonra, havada asılı duran odun parçacığının, tıpkı kumaşları yuttuğu gibi yüzlerce, binlerce metre yükseklikte ve binlerce, milyonlarca ton ağırlıktaki kayaları da büyük bir hızla yutmaya başladığını görmüş. Birkaç saniye sonra, bütün kayaları yutan tahtacık da patlayarak gözden kaybolmuş.

Halis, bunun peşinden, daha da hayret verici olaylara şahit olacağını hissettiğinden gözünü yerdeki son odun parçasına çevirmiş ve beklemeye başlamış. Gerçekten de, çok geçmeden, son tahta parçası da kıpırdamaya başlamış ve o da şiddetli bir şekilde infilak etmiş. Patlamanın şiddetinden gözlerini kapatan Halis, gözlerini tekrar açtığında hayretinin son kertesine ulaşmış. Bakışının ulaşabildiği her yer kutu kutu, sini sini, tepsi tepsi tatlılarla doluymuş çünkü. Türlü türlü baklavalar, çeşit çeşit tatlılar, farklı farklı renk ve kıvamda şerbetler ve şıralar, üzerlerinde M-H harfleri okunan ve en az kendileri kadar harika ve sanatlı görünen kayaların içinde, vadiden ufuğa kadar uzanıyormuş. O kadar bol, o kadar çoklarmış ki, Halis: “ilk insandan bugüne kadar gelmiş geçmiş bütün insanlar bu tatlılardan yese, şerbetlerden içse, herhalde yine de bitmez” diye hükmetmiş. Çekine çekine en yakınındaki işlemeli altın sinideki baklavadan bir tane alınca, hiçbir tatlının onun kadar tatlı, onun kadar lezzetli olamayacağına karar vermiş...

“Ne oluyor? Bütün bunlar nasıl oluyor da oluyor? Bunun bir açıklaması olmalı. Peki ama ne?..”

Halis, hayret içinde etrafını saran tatlıların arasında düşünürken, yüzünde hafif bir rüzgârın esintisini, kulağında ise abisinin sesini duymuş: “Halis! Halis! Hâlâ uykuda mısın yoksa?”