TR EN

Dil Seçin

Ara

Ahirzaman Masalları / Gizli Hazine

Ahirzaman Masalları / Gizli Hazine

Bir varmış, bir yokmuş; âhirzaman içinde, modern çağların birinde; zenginlik gözde iken, kanaat kıt veya neredeyse hiç yok iken; ben dolarlarımı yüzer yüzer sayar iken, çok zengin bir holding patronu varmış. Yüzlerce şirketi olan güçlü mü güçlü bir kişiymiş bu adam. Sektörünün “kral’ı gözüyle bakarlarmış ona. Onlarca katlık genel merkezi hem dışı hem de içiyle gören herkesi hayranlığa düşürür, “Sanki bir saray!” dedirtirmiş. İnsanlar bu zengin adamın önünde saygı ve korkuyla eğilir, emirlerini yerine getirirler; “Sektörün en büyüğü sizsiniz, efendim! Ülke ekonomisini siz ayakta tutuyorsunuz, efendim!” gibi sözler ederlermiş. Kendisi de böyle inanırmış zaten. Öyle ya, bu piyasada kendisinden daha güçlü kim varmış ki? Kendisinden başka kim tek bir işlemle onlarca rakibini piyasadan silebilirmiş ki? Yıl sonunda hesaplar yapılıp da servetinin kat kat arttığını her gördüğünde, duyduğu zevk ve kendisine olan güveni de o oranda artarmış.

Gelgelelim, “para kralı” sayılan bu zengin patronun içine zaman zaman tarif edemediği boşluklar doluyormuş. Böyle zamanlarda, tebdil-i kıyafet edip tek başına şehir dışındaki sakin bir göl kenarına sığınır, saatlerce yürür ve gölü seyredermiş.

Yine o günlerden birisinde, göl kenarında eski püskü bir kayığı sahile çekmeye çalışan fakir görünümlü, ama yüzünde fakirliğin ezilmişliğinden eser olmayan, aksine kendinden eminlik ve sükûnet okunan bir gençle karşılaşmış. “Piyasanın kralı”, önce selâm verip sonra da ismini, nereli olduğunu, bu hayat şartlarında hâlinden memnun olup olmadığını sormuş gence. Kendisinin yüzünü, pahalı elbiselerini süzen fakir gencin cevabı şu olmuş: “İsmim Abdurrahim. Buralı değilim. Hâlime gelince, sanırım, senden daha iyi durumdayım.” 

Patron, bu son söze önce sinirlenir gibi olmuş, ama sonra kendisine hâkim olup gençten ne demek istediğini sormuş. Fakir genç, tek bir cümleyle cevap verip işine devam etmiş ve bir daha da onunla konuşmamış: “Sen, asıl zenginlik ve fakirlik nedir, bilmiyorsun.” 

Zengin de “Meczubun birisi!” diyerek üstelememiş ve gencin yanından ayrılmış.

Zengin, ertesi gün “saray”ına ve eski hayat tarzına dönmüş. Her zamanki gibi koltuğuna kuruluyor, kararlar alıyor, hesaplar yapıyor, buyruklar veriyor, insanların kendisine saygı göstermesinden ve kendisini yücelten sözlerinden zevk alıyormuş. Ara sıra, o fakir gencin sözleri aklına geliyormuş, ama “deli zırvası” diyerek umursamıyormuş. Ne var ki, yine de o genci ve sözlerini bütün bütün zihninden çıkarıp atamıyormuş.

Fakir gencin sözlerinden çok, onları söyleyişindeki kendinden eminlik, sesinin tonu etkilemiş onu. O sözleri bir türlü unutamayışının nedeni de buymuş zaten.

O kelimeler gencin ağzından değil de, başka bir dünyadan geliyormuş sanki.

“Sen asıl zenginliğin ve fakirliğin ne olduğunu bilmiyorsun!” 

Zengin adam, “Ne demek istedi bununla?” diye düşünüyormuş. “Fakirliğin yoksulluk, zenginliğin de varlık ve para olduğu apaçıkken, o genç ne diye böyle konuştu?”

Fırsat buldukça kitaplar karıştırmış, ekonomi felsefesiyle ilgili kitapları okumuş ve o soruya cevap bulmaya çalışmış. Ama bu felsefe kitaplarının hiçbirisi ona tatmin edici bir cevap sunamamış. 

Bunun üzerine, elindeki maddî zenginliği kullanarak uluslararası bir sempozyum düzenletmiş. Dünyanın dört bir yanından gelen en ünlü ekonomist ve felsefecilere “zenginlik ve fakirlik” konusunu tartıştırmış ve bu toplantıları başından sonuna izlemiş. Bir ekonomist, “Zenginlik, üretim araçlarına sahip olmaktır” diyor; bir diğeri “Hayır, bilgi teknolojisini elinde tutmaktır” diyor; bir başkası da diğerlerine itiraz edip “Zenginlik, yenilenemeyen kaynaklara ve değerli madenlere sahip olmaktır” diyormuş. Fakirlik konusundaki görüşler de farklı farklıymış. Kimi, “Fakirlik, harcamalarına oranla daha az geliri olmaktır” demiş, kimi de “Zarurî ihtiyaçlarını karşılayamamaktır.”

Gelgelelim bu sempozyum da bir işe yaramamış. Zenginliğe ve fakirliğe ilişkin getirilen her türlü felsefî tanım, o gencin sorusuna cevap olamayacak kadar sığ görünmüş zengin adamın gözünde. “Peki, ama nedir zenginlik? Nedir fakirlik?” diye kendi kendisine günlerce sormuş adam çaresizlik içinde. İşini ihmal etmiş, günlerce “saray”ına uğrayamaz olmuş. Bu konu onda tam anlamıyla bir saplantı hâline gelmiş.

Nihayet, yine o göle, gencin yanına gitmeye ve cevabı ondan istemeye karar vermiş. Öyle de yapmış. Bir sabah erkenden oraya gitmiş ve genci aynı kayık içinde balık avlarken bulmuş. Onun kıyıya çıkmasını beklemiş ve yanına ulaşır ulaşmaz ilk yaptığı şey o soruyu sormak olmuş: “Fakirlik nedir, zenginlik nedir?” 

Ama, genç cevap vermeyip ağları toplamaya devam etmiş. Adam aynı soruyu tekrar sormuş. Genç yine cevap vermemiş. Üçüncü kez sormuş. Bunun üzerine genç, adamın gözlerinin içine bakarak: “Bunu gerçekten öğrenmek istiyor musun?” diye sormuş. Adam “Evet!” diye haykırmış. “Peki” demiş genç, “Bunun sonuçlarına katlanabilir misin? Bu bir yolculuğu gerektiriyor ve bu yolda sahip olduğun her şeyi kaybedebilirsin. Cevabı bulduğunda kendine ait hiçbir şey kalmayabilir. Üzerine titrediğin hayatın bile elinden çıkabilir. Buna razı mısın?” Adam yine “Evet!” demiş, “Her şeyi göze alıyorum!”

“O zaman bundan sonra benim dediklerimi yapman gerekiyor. İlk olarak, üzerindeki şu zengin elbiselerini çıkar.” Adam denileni yapmış. 

“Şimdi de göle girip temizlenmen gerekiyor.” Adam bunu da yapmış. 

Çıktığında bir kuş gibi hafif hissetmiş kendisini. Sonra da gencin kendisine uzattığı sade elbiseleri giymiş.

“Şimdi beni izle” demiş genç ve onu göl kenarındaki küçük ormanın içinden geçirerek bir dağın eteğine kadar getirmiş. Karşılarına dar bir patika çıkmış. Fakir genç patikanın başında durmuş ve zengin adama şöyle demiş: “Bundan sonra yolculuğa yalnız devam edeceksin. Çünkü bu senin kendi yolculuğun olacak. Bir dağ, vadi ve ırmak aşmak zorundasın. Yolda birçok tehlikelerle karşılaşacaksın...” 

Daha birçok şeyin yanısıra bir de şunu söylemiş: “Sana şu üç kâğıdı veriyorum. Ama onları sadece çok âciz ve çaresiz kaldığında açıp yüksek sesle okuyacaksın.”

Adam söylenilenleri can kulağıyla dinleyip katlı üç kâğıdı alıp cebine koymuş, gençle vedalaşmış ve yola koyulmuş. Dağı tırmanmaya başlamış. Sarp kayalıkları aşmayı başarmış ve saatler süren tırmanışın ardından ulaştığı dağın tepesinde sanki başka bir memlekete girmiş gibi hissetmiş kendisini. Buraları çok iyi bildiği halde, şu önünde uzanan uçsuz bucaksız vadiyi daha önce ne görmüş, ne de işitmiş. Ortalık ıssız mı ıssızmış. Ne bir canlı görebiliyor, ne de bir ses işitebiliyormuş. İçini derin bir korku kaplamış. Bir an geriye dönmeyi düşünmüş, ama sonra gencin dediklerini hatırlamış: “Bu geriye dönüşü olmayan bir yoldur. Cevap ve kurtuluş ancak yolculuğun sonunda eline geçecek.”

Çaresiz yoluna devam etmiş. Fakat ağaçların arasından geçerken toprağın içinden parlak bir şey gözüne çarpmış. Eğilip o şeyi topraktan çıkardığında şaşkına dönmüş, çünkü bu o zamana dek gördüğü en büyük elmas parçasıymış. Toprağı biraz daha eşelediğinde o elmas gibi daha pek çok değerli taşın orada olduğunu görmüş. Toprağı eşelemekten kolunda derman kalmamış ama türlü türlü boydaki ve şekildeki elmasların ardı arkası kesilmemiş. Adam niçin orada olduğunu, yolculuğunu, cevabını aradığı soruları unutuvermiş. Gözünün önündeki elmaslar, onun yıllar boyunca yaptığı serveti kat kat aşıyormuş. Hemen üzerindeki gömleği çıkarıp çuval gibi alttan bağlamış ve eline geçen bütün elmasları onun içine doldurmaya başlamış. Tam o sırada bütün dağı inleten bir ses yankılanmış: “Bu hırs ve açgözlülük dağıdır, ve ey sen Âdemoğlu verdiğin sözü tutmadın!” Aradan bir saniye bile geçmemiş ki, gömleğine doluşturduğu elmaslar birden bire irili ufaklı korkunç zehirli yılanlara dönüşüp kendisine doğru gelmeye başlamış. İşte ancak o zaman yola çıkmadan önce gencin kendisine yaptığı nasihati hatırlayabilmiş:

“Yolda gördüğün hiçbir şeye el sürmeyeceksin. Göreceğin her şey sahiplidir. Sen asıl büyük hazineye yolculuğunun sonunda kavuşacaksın.” 

Ama iş işten geçmiş ve yolcu kendi elleriyle açtığı bir belânın ortasında buluvermiş kendisini. Yılanların saldırısı karşısında ne yapacağını şaşırmış. Son anda aklına gencin verdiği kâğıtlar gelmiş ve onlardan birisini hemen cebinden çıkararak yüksek sesle okumuş: “Ey bütün hazinelerin gerçek Sahibi! Bütün hazinelerin anahtarı Senin elindedir!” Yolcu bu sözleri söyler söylemez bütün yılanlar birden türlü türlü güzel kokular saçan rengârenk çiçekler hâline gelivermiş. Yolcu yaşadıkları karşısında hayrete düşmüş. “Bunlar nedir Allah aşkına? Gördüklerim gerçek mi? Rüya mı görüyorum, yoksa sihirli bir dünyaya mı düştüm?” demiş kendi kendisine. Ama anlamış ki, kendisi ne kadar gerçekse gördükleri ve yaşadıkları da o kadar gerçekmiş.

Yolculuğuna devam etmiş. Dağı aştıktan sonra girdiği vadide her şey yolunda gibi görünüyormuş. Saatlerce yürümüş. Yorulduğunu hissedince bir ağacın altıda dinlenmek için durmuş. Ağacın altında soluklanırken, gözleri dalların üzerindeki rengârenk meyvelere takılmış. Birden içindeki açlık duygusu ona hâkim olmuş. Kalkıp meyvelerden birini koparıp yemeye karar verdiğinde gencin dedikleri aklına gelmiş: “Yolda hiçbir şey yiyip içmeyeceksin. Senin rızkın yolun sonunda sana verilecek.” 

Ama içindeki açlık duygusu o kadar güçlüymüş ki, “Buralarda benden başkası yok; hem ben bu kadar açken burada da bu meyveler dururken, birini yesem kime ne zararı olur ki?” diye düşünmüş. Kendi kendisine böyle deyip, alt dalda duran olgun meyvelerden birini koparmış ve ağzına götürmüş. Tam meyveyi ısırmış ki, tüm vadiyi çınlatan bir ses yankılanmış: “Bu kanaatsizlik ve alışkanlık vadisidir ve sen ey Âdemoğlu sözüne yine sadık kalmadın!” Aradan bir iki saniye geçmeden yeri göğü inleten bir kükreme işitmiş. Kükreme yaklaştıkça yaklaşmış ve sonunda biraz ötede gözlerini onun üzerine dikmiş bir aslanın durduğunu görmüş.

Yolcu korkudan titremeye başlamış. Ne yapacağını bilmez halde kaçmaya çalışmış. Ne var ki, aslan ondan çok daha hızlıymış. Birkaç adım atmadan ona yetişivermiş. Yolcu yere yuvarlanmış, başını kaldırdığında aslanın üzerine atlamaya hazırlandığını görmüş. Birden gencin verdiği kâğıtları hatırlamış. Alel acele kâğıtlardan birisini cebinden çıkarmış ve tam aslan üzerine atılırken avazı yettiğince bağırarak okumuş: “Ey bu yerlerin Sahibi! Başka her şeyden yüzümü çevirdim ve Sana kanaat ettim!”

O bunları söyler söylemez, o dehşetli aslan bir at şeklini alıvermiş. Ve sanki onun hizmetinde olduğunu söylercesine önünde eğilmiş.

Ata binip yoluna devam etmiş ve kısa süre sonra da gencin sözünü ettiği nehre ulaşmış. Bu, öylesine güzel, öylesine sakin akan, suyu tertemiz ve cezbedici bir ırmakmış ki, yolcu gencin hatırlatmalarını unutarak eğilip ırmaktan avuç avuç içmiş. Ne olduysa o zaman olmuş ve sessiz sedasız akan nehir çağlamış, coşmuş ve yatağından taşarak yolcu da dahil olmak üzere önüne gelen her şeyi yutup seline katmış. O sırada vadide işittiği aynı sesi işitmiş. Ses öylesine gürmüş ki, azgın sel sularının sesi onun yanında cılız şırıltı gibi kalmış: “Ey Âdemoğlu, bu hırs ve tutku nehridir ve sen verdiğin sözü yine tutmadın.” 

Yolcu işlediği hatayı anlamış ama iş işten geçmiş. Artık içtiği suyun içinde boğulup ölmek üzereymiş. Defalarca derinliklere gömülüp zorlukla tekrar suyun yüzeyine çıkabilmiş. Sonunda aklına cebindeki son kâğıt gelmiş. Can havliyle kâğıdı çıkarmış ve sesinin yettiğince bağırarak okumuş: “Ey Sahibim! Kendimden ve sahip olduklarımdan vazgeçtim ve Sana karşı fakirliğimi ilân ediyorum.” 

Bunun üzerine âniden sular sakinleşmiş, nehir yatağına çekilerek tekrar usul usul akmaya devam etmiş. Yolcu yüzerek nehrin karşı kıyısına çıktığında ayaklarında derman kalmadığını hissetmiş. Sabahtan beri yaptığı yolculuk ve yaşadıkları onu yorgun düşürmüş. Ve artık akşam karanlığı inmiş her tarafa. 

Kendi kendisinde yorgunluktan başka şunu da hissetmiş: Kısa süre öncesine kadar taşıdığı gurur, hırs, benlik ve sahiplenme gibi duygulardan eser yokmuş şimdi.

Yere çömelmiş ve bir müddet dinlenmiş. Başını kaldırdığında ileride bir şehrin ışıklarının parladığını görmüş. Heyecanla tekrar kalkmış ve bütün gücünü toplayarak o şehre doğru ilerlemiş. Yaklaştıkça yolda yaşadığından daha büyük bir şaşkınlığa düşmüş. Şehrin bütün binalarının damları akşam karanlığına rağmen pırıl pırıl parlıyormuş. Biraz daha yaklaşınca hepsinin altından ve değerli taşlardan yapıldığını anlamış. Şehrin ana kapısına geldiğinde duvarların ve kapıların eşi benzerini görmediği büyüklükte elmas ve yakutlarla bezendiğini görmüş. Kapı ona kendiliğinden açılmış.

İçeri girdiğinde onu balıkçı genç karşılamış. Ama karşısında duran insan, fakir bir balıkçı değil de, dünyanın en zengin sultanıymış sanki. Genç onu kendi sarayına götürmüş. Tarifi imkânsız güzellikte ve değerde şeylerle dolu olan muazzam saraya girdiklerinde, yolcu bir an bir gölün içine düşeceğini zannetmiş. Çünkü, sarayın zemini camdanmış ve camın altında da rengârenk ve türlü büyüklükte binlerce balığın yüzdüğü bir göl bulunuyormuş.

Genç, yolcuyu atlastan yapılmış bir divana oturtmuş ve bütün olanları birkaç kelimeyle izah etmiş: 

“Bu gördüklerinin bir rüya veya büyü olduğunu düşünüyorsan yanılıyorsun. Asıl bunlar gerçek ve gerçek zannettiğin dünya ise bu gerçek âlemin üzerindeki bir örtüden ibaret. Daha önce bunları görememenin nedeni ise, içindeki hırs, tutku ve gurur duygularının gözüne perde olmasıydı. Şimdi gerçeği görebiliyorsun. Bu şehirde hiçbir fakir yok, herkese görülmemiş hazineler hediye ediliyor. Çünkü onlar, çoğu kimsenin ‘gerçek’ zannettiği dünyada, hiçbir şeyi sahiplenmiyorlar. Hem kendilerini hem de başka şeyleri, her şeyin gerçek sahibi olan Mâlikü’l-Mülk’ün biliyorlar. Ve her şeyi Ondan istiyorlar.”

“Sen ise yolculuğuna daha yeni başladın. Bundan sonra, şu küçük yolculuğu hepimiz gibi sen de bütün hayatın boyunca yaşayacak ve kendindeki sonsuz fakirliği vesile yapıp Onun sonsuz zenginliğine kavuşmaya çalışacaksın... Şimdi istersen burada uzanıp biraz dinlen.”

Yolcu gördüklerinin, işittiklerinin ve yaşadıklarının verdiği yorgunlukla hemen uykuya dalıvermiş. Ne kadar zaman sonra bilinmez, uyandığında da kendisini ilk geldiği gölün kenarında arabasının içinde bulmuş...