TR EN

Dil Seçin

Ara

Bilgi Taşı / Öykü

Ilık bir yaz rüzgârı okyanusun ötelerinden gelip kıyıya ulaştı ve biraz ilerideki ağaçların yapraklarına dokunup hışırtılı bir ses çıkardı. Aynı anda, küçük bir dalga kıyıya vururken çıkardığı sesle yaprakların hışırtısına eşlik etti. Yine tam o anda, gökte süzülen bir martının çığlığı yaprakların ve dalganın sesine karıştı. Okyanus, kıyıdaki köpüklü beyaz renkten gözün uzanabildiği ufuktaki laciverte kadar mavinin her rengini yansıtıyordu. İkindi güneşi kızgınlığını kaybetmişti, ama ışıklarını hâlâ cömertçe sunuyordu yeryüzüne.

Bir adam vardı binlerce metrelik ıssız kumsalda; eğilmiş halde duruyor, çok uzun süren aralıklarla adım atıyordu. Başı öne eğik dikkatle yeri inceliyordu. Yüzünde düşünceli ve kaygılı bir ifade vardı. Bir şeyler arıyor gibiydi. Denizle kumların birleştiği çizgide yürüyordu. Kâh kumları elindeki bir çöple karıştırıyor, kâh bileklerine bile gelmeyen suyun içindeki taşları yerinden oynatıp gözlerini kısarak altlarına bakıyordu. Arada suya doğru birkaç adım atıyor, dizini biraz geçen suyun altını elleriyle yokluyor, daha derin taraflara merakla bakıyor, kaygılı gözlerle kimse kendisini görüyor mu diye etrafını kolaçan ediyor, ama kıyıya yaklaşan bir dalga görünce hızla kumsala kaçıyordu.

Kıyıdaki taşları ve kumları incelerken bazen yoruluyor, iki eliyle yandan tuttuğu belini doğrultuyor, alnındaki terleri siliyor, sonra yeniden aramasına devam ediyordu. Saatlerdir, belki de günlerdir, kim bilir ne kadar zamandır bu haldeydi.

Adam yere o kadar eğilmişti ki, yanına yaklaşan kişiyi fark etmedi bile. Ne zaman ki diğer insanın gölgesi güneşle arasına girip tatlı bir serinliği hissetmesine sebep oldu, o zaman ıssız kumsalda yalnız olmadığını anladı. Başını kaldırıp misafirine baktı. İşinin bölünmesinden pek memnun kalmamış bir ifade yerleşti yüzüne. Gözleri güneş ışığından rahatsız olunca başını yine yere çevirdi. Diğer adam orada yokmuş, hiç gelmemiş gibi gözleri neredeyse her kum tanesini taramaya devam etti.

“Merhaba” dedi yeni gelen. “Kolay gelsin.”

“Sağol.” Kırık-dökük bir geveleme gibi çıkmıştı ağzından bu söz. Umursamadı. İşi bu davetsiz misafirden daha önemliydi.

“Görüyorum ki, bir şey arıyorsun.” dedi diğeri. Gölgesi hâlâ eğilmiş adamın üzerine düşüyordu. “Yardıma ihtiyacın var mı?”

Kaşlarını hafifçe çattı. Kimdi bu adam? Nereden çıkmıştı? Neden gelmiş kendisini oyalamak istiyordu? Üstelik, yardım etmekten dem vuruyordu!

“Teşekkür ederim. Rahatsız etmezsen daha çok sevinirim.” Kendince son noktaydı söyledikleri. “Hadi sen yoluna, ben işime!” mesajını gizlemişti sözlerine.

“Bilgi Taşını arıyorsun, değil mi?”

Birden doğruldu. Saatlerdir bükük beli bu âni hareketi kaldıramadı. Acı bir feryat çıktı ağzından. Beli tutulmuştu! Bir taraftan acıyla yüzünü buruştururken, diğer taraftan karşısındaki adamı süzmeye başladı. Nereden bilmişti bu tuhaf görünümlü adam ne aradığını?

Bilgi Taşı! Kendisinin ve diğerlerinin gerek olmadıkça ağızlarına almaktan bile kaçındıkları, rüyalarını süsleyen, ama kimsenin göremediği, sadece bir efsane gibi kulaktan kulağa gezen o kutsal şeyin ismi ne rahat çıkmıştı adamın ağzından! Bu rahatlığı saygısızlık olarak yorumladı. İçini hem bir merak, hem de tedirginlik kapladı. Adamdan hem kurtulmak, ama hem de onu tanımak istiyordu.

“Tanışalım mı?”

Şimdi de tanışmak istiyordu adam! Anlamıştı, ondan kurtuluş yoktu. Kısa ve net cümlelerle tanıttı kendisini.

“Ben bir bilgiseverim. Nasıl tahmin ettin bilmiyorum, ama doğru bildin; Bilgi Taşı’nı arıyorum. Peki sen kimsin?”

Diğer adam gülümsedi. İlerideki bir ağacı gösterip:

“Önce şu ağacın gölgesinde biraz oturalım mı? Sen de dinlenmiş olursun.” dedi.

Arayıcı, bu teklifi kabul etti. Gerçekten yorulmuştu. Ağacın gölgesine sığındıklarında, diğer adam gülümseyerek:

“Seni bilmem, ama ben hangi ağacın gölgesine otursam, kendimi yolcu gibi hissederim.” dedi. “Uzaklardan gelip uzaklara giden, dinlenmek için bir ağacın altına oturan ve nefeslenen bir yolcu gibi. Sence dünya da bir ağaç gölgesine benzemiyor mu?”

Dünya? Ağaç gölgesi? Neden bahsediyordu bu adam? Dudak büküp cevap vermedi. Daha tanıtmamıştı ki bu adam kendisini. Kimdi? Hiç acelesi yokmuş gibi davranıyordu yanındaki adam.

“Sen bilgiseverim demiştin. Ben de bir haberciyim.”

Üstlerinden çığlıklar atan bir martı geçti. Haberci. Duymuştu bu tür insanları. Ötelerden haber getirdiklerini iddia ederlerdi. Güya her şeyi bilirlerdi. Daha önce hiç onlardan biriyle tanışmamıştı, ama pek de olumlu düşünceler beslemezdi haklarında.

“Sana da bir haber vereyim, ister misin?”

“Bana haber vermek mi? Nasıl yani?”

“En çok istediğin şeyin haberini. Bilgi Taşı’nın yerini söyleyeyim mi sana?”

Saygılı olmaya özen göstererek cevap verdi:

“Bakın, bu işler o kadar kolay değil. Bilgi Taşı’nı binlerce yıldır arıyor bilgiseverler. Nice ustamız geldi geçti, çokları yaklaştı ona. Ama kimse bulamadı. Siz nasıl ‘yerini göstereyim’ diyebiliyorsunuz, anlamıyorum.”

“Şu sözü hiç duydun mu? Aramakla bulunmaz, ama onu bulanlar arayanlardır.”

Biraz düşündü, duymuştu galiba. Düşüncesi habercinin cümlesiyle kesildi:

“Her şeyden önce, yanlış yerde arıyorsun onu.”

Nasıl bu kadar iddialı, bu kadar cesur konuşabiliyordu? Ona nasıl cevap vereceğini bilemedi. Karşısındaki bir bilgisever olsa, aynı dili konuştukları için, yöntemden, yöntemin varılmak istenen hedef kadar önemli olduğundan bahsederdi. Saatler, hatta günler boyu tartışarak da olsa sohbet edebilirlerdi. Ama bu adam hiç de alışık olmadığı bir şekilde konuşuyor ve davranıyordu.

“Bu arada, şunu da söyleyeyim. Ben kendisine bilgisever diyen herkesle sohbet etmem. Senin samimi olduğunu hissettim, ondan.”

Ne kadar yüksek bir perdedendi bu sözler. Bilgiseverler kendilerini herkesten ayrıcalıklı yüksek bir yere yerleştirirken, bu adam hepsine tepeden bakma yetkisini nereden alıyordu? Ona Bilgi Taşı’nı anlatsa mıydı? Çoğu bilgiseverin uzlaştığı gibi, Bilgi Taşı denilen şeye ancak mümkün olduğunca çok taş ve kum taneciğinin tanınması ve bilinmesinden sonra ulaşılabileceğini söylese miydi? Yıllardır sürdürdüğü arayışından hafızasına kaydettiği yüz binlerce irili-ufaklı taşı tek tek anlatsa mıydı? O kadar kolay mıydı Bilgi Taşı’nı bulmak? Hiç sanmıyordu.

“Uzaktan seni izlerken bir şey dikkatimi çekti. Hep kıyıda arıyorsun. Neden denizin içine girip aramıyorsun biraz da?”

Canı sıkıldı. Zayıf bir noktasına dokunmuştu soru. Bilgiseverlerin katı bir kuralı vardı: Bilgi Taşı, derinlerde aranmaz. Orası bizim sınırlarımızın ötesindedir. Bilinmez ve görülmez. Derinlere dalmak isteyenler çoğunlukla bilgiseverler topluluğundan dışlanırdı. O kadar katıydı bu kural. Aslında içten içe sorguladığı bir şeydi bu. Bilgiseverlerin yüzme bilmedikleri ve öğrenmedikleri için mi bu kuralı koyduklarını, yoksa bu kural gereği mi yüzmeden uzak durduklarını anlayamazdı. Neredeyse bütün bilgiseverler gibi, kendisi de yüzme bilmezdi. Bazen, Bilgi Taşı’nın okyanusun derinliklerinde bir yerde saklı olduğu sözü yayılırdı ortalıkta. Büyük ihtimalle yanındaki gibi habercilerin iddia ettiği bir şeydi bu. Düşünceleri bir kez daha kesildi:

“Sen de dalmak istiyorsun değil mi suya?”

İrkildi.

“Az önce, seni izlerken, suya doğru birkaç adım attın. Uzaklara ve derinlere baktın.”

Bu doğruydu. Ama bir bilgiseverin kulağına gitse, en iyi ihtimalle kulağı çekilir ve yönteme bağlı kalması istenirdi. Eğer bu eğilimi değişmezse, olacakları tahmin edebiliyordu. Yanındaki adam umduğundan zeki ve akıllı birine benziyordu.

“Onu hiç gördün mü?”

Bu sorunun kendi ağzından çıktığına inanamadı. Kendinden utandı. Ama olan olmuştu, soruyu sormuştu bir kere.

“Bilgi Taşı’nı soruyorsun. Evet. Ona dokundum ve hissettim de. Ona bakan, bütün taşları onda görür. Bütün taşları ve kum taneciklerini bulursun onda. Bilgi Taşı’ndan sonra, bir şeyde her şeyi, her şeyde bir şeyi görmeye başlarsın...”

Sustu. Oysa devam etmesini istiyordu. Her şeyden çok istediği bir şeyi anlatıyordu. Yalan söylüyor olabilir miydi? Çok emin ve rahat konuşuyordu. Kararsız kaldı. İkindi güneşi iyice alçalmıştı. Kendisini çok yorgun hissetti birden. Sadece günün yorgunluğu değildi bu.

“Sana yüzmeyi ve dalmayı öğretmemi ister misin?”

Yüzmek ve dalmak, bilgiseverlik sınırını aşmak, ihanet etmek demekti. Geriye dönüşü olmayan bir yoldu. Hem, Bilgi Taşı’nı bulma umuduyla sulara dalıp boğulan bilgiseverlerin öykülerini çok duymuştu.

“Bilgi Taşı’nın okyanusun derinliklerinde olduğunu sen de hissediyorsun değil mi?”

Gözleri okyanusun üzerinde gezinirken, başını onaylarcasına salladı. Habercinin yüzünde muzip bir gülümseme gezindi.

“Sen şu adamın öyküsünü bilir misin? Hani yüzüğünü samanlıkta kaybetmiş, ama sonra onu bahçede aramaya başlamış. Niye böyle yaptığını soranlara da şu cevabı vermiş: ‘Samanlık karanlık, bahçe ise aydınlık.’”

Bilgisever gülmemek için kendini zor tuttu. Doğru bir benzetmeydi. Hele de kendisi için. Bulmak istediği şeyi olduğunu hissettiği yerde değil, arayabildiği yerde arıyordu. Bu, tuhaf ama bir o kadar da gülünç gerçeği anlatan güzel bir örnekti.

Haberciye içinin ısındığını hissetti. Eğer önemli olan Bilgi Taşı’nı bulmaksa, niye başka yollara da açık olmasındı insan? Birden kahkahalarla gülerken buldu kendisini. Gözlerinden yaşlar geliyordu. Haberci gülümsüyordu sadece. Elini onun omuzuna koymuş, gülümsüyordu. Sonra ağladığını fark etti. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Gözlerinden yine yaşlar akıyor, ama bu defa hüzünle süzülüyorlardı yanaklarından.

“Korktuğunu, suda boğulabileceğini düşündüğünü biliyorum. Ama korkma. Su kendine dostça yaklaşanı boğmaz. Sen yeter ki, gururunla katılaşma. Yeter ki, benlik ve gurur elbiselerini kıyıda çakıl taşlarının üzerinde bırak ve kendini suya emanet et. Okyanus ona tevazuyla dalana zarar vermez.”

Akşam güneşiyle gökyüzü kızıla boyanmaya başlamıştı. Bilgisever gözyaşlarını sildi. Hafiflediğini, korkularından arındığını hissetti. Haberciye baktı ve:

“Güneş batmadan ilk derse başlayabilir miyiz dersin?” diye sordu.

Haberci gülümsedi. Başını birkaç kez hafifçe aşağı-yukarı salladı. Ayağa kalkıp birlikte suya doğru yürümeye başladılar. Yüzlerini okşayıp geçen rüzgâr kıyıdaki ağaçların yapraklarına dokundu bir kez daha. Bir küçük dalga daha vurdu kıyıya. Ve bir martı süzülerek geçti üzerlerinden...