TR EN

Dil Seçin

Ara

Ahirzaman Masalları / Ölüm Mektupları

Bir varmış, bir yokmuş.

Âhirzaman içinde, modern çağların birinde, ölüm meleği Hayatı ve Ölümü Verenin emirlerini dinler iken, ama insanlar hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar iken, ben başımdaki beyaz saçları birer ikişer boyar iken garip bir ülke ve insanları varmış. Mevsimlerden kış, aylardan şubatmış. O günlerde ülkede her şey “normal” görünüyormuş.

Yağmur yağışları ve fiyat artışları mevsim ortalamasının üzerinde; erkekler gündüz işinde, akşam televizyonun önünde; çocuklar okulunda ve kadınlar da, ya mutfakta ya
da komşu ziyaretlerindeymiş.

Yaşayıp gidiyorlarmış işte. Tâ ki o sabaha kadar...

O sabah bir mektup herkesin hayatını alt üst etmiş.

Ülkede istisnasız herkese, hem de isimleri zarfın üstünde yazılı olarak, aynı mektup gelmiş. Posta kutularında, kapı altlarında hep o mektup varmış. En ücra köydeki insanlardan büyük şehirlerin mutena semtlerinde yaşayanlara; en fakir işsizinden en büyük holding patronuna; en küçük memurdan devlet başkanına kadar herkese gönderilmiş bu mektup.

Sabah kalkıp da posta kutusuna bakan insanlar, zarfı gördüklerinde merak, mektubu okuduklarında ise korku içinde kalmışlar. Tek bir kelime okuyabilmişler mektupta: “Öleceksin”

Önceleri kimse ne olduğunu anlayamamış. Sonra, bir dost şakası zannedip üzerinde durmamışlar. Aile meclislerinde, dost sohbetlerinde sözü açıldığında aynı mektubun başkalarına da geldiğini öğrenince, bu işin arkasında kimin olduğunu merak etmeye başlamışlar. Acaba, yeni bir terör örgütü ortalığa dehşet mi salmak istiyormuş?

Ertesi sabah herkes başka bir mektupla daha karşılaşmış… Kelimeler farklı, ama mesaj aynıymış: “Sonun yaklaşıyor!” 

Korkuları derinleşmiş, çaresizlikleri pekişmiş. Canlarına kimin kastedebileceğini düşünmeye başlamışlar. Kimlere kötülük etmişler, kim kendilerine hınç besliyor olabilirmiş? 

O günleri tek kelimeyle zehir olmuş. Akşamı binbir kaygı ve şüpheyle geçirip kendilerini eve zor atmışlar. Gece hemen hiçbirisinin gözüne uyku girmemiş. Hepsi ertesi sabah da aynı mektupla karşılaşıp karşılaşmayacaklarını düşünmüş.

Ve korktukları başlarına gelmiş. Mektuplar hiç aksamaksızın her sabah gelmeye devam etmiş. Tehdit kokan, âmirane bir üslûpla yazılmış mektuplarmış bunlar. Ya “Adımlarına dikkat et” deniliyormuş mektuplarda, ya “Sıra sana da gelecek” ya da “Yaptığın her şeyin hesabını vereceksin” gibi şeyler.

Devletin üst kademesinde üst üste toplantılar yapılmış, istihbarat birimleri durum karşısında çaresizliklerini ilân etmiş. Mektupları kimin ya da kimlerin koyduğuna dair tek bir fikirleri bile yokmuş. Bütün denetimlere rağmen devletin en üst kademesindekilerin evlerine dahi bu mektupların nasıl ulaştırılabildiği anlaşılamamış. Üst düzey yöneticilerin koruma görevlilerinin sayısı üç katına çıkarılmış. Devlet adamları halkın içine daha az karışır hale gelmişler. Diğer taraftan da ülkede bu mektuplardan dolayı karışıklıklar çıkmasından korkmuşlar. Bir şeyler yapılması gerekiyormuş.

Önce, televizyonlara gizli emirler gönderilerek eğlence programlarının artırılması, insanlara bu sıkıcı ve kaygı verici durumu unutturmaya çalışmaları istenmiş. Aynı emir radyolara ve gazetelere de gönderilmiş. Diğer taraftan, reklâmcılardan daha cazibeli reklâmlar yapmaları istenmiş. Daha fazla alış-veriş ve eğlence merkezinin inşaası plânlanmış. Futbol maçlarının biletleri ucuzlatılmış. Piyasaya yeni popüler şarkılar ve şarkıcılar sürülmüş.

Devlet görevlileri gezilere çıkarak vatandaşlarına seslenip onlara cesaret vermeye çalışmışlar. Kendilerinin de şiddetle duyduğu ölüm korkusunu gizlemeye çalışarak, herkesin devletine güvenip geleceğe ümitle bakması gerektiğini anlatmışlar. Generaller ise, verdikleri demeçlerde ordunun her türlü iç ve dış düşmana karşı tetikte olduğunu; dünyanın en disiplinli ve en güçlü ordusunun kendileri olduğunu; halkın kendilerine duyacağı güvenle rahat içinde uyuyabileceğini söylemişler.

Ama bütün bunlar, her yeni günün sabahında o mektupların gelmesini; mektuplarla birlikte de, her hafta binlerce kişinin beklenmedik biçimde ölmesini engelleyememiş.

Mektuplardaki tehdidin sanki bir “piyango” gibi birilerine isabet ettiğini gören insanların çoğu, sabahları mektubu alelacele posta kutularından alıp okumadan çöpe atmaya başlamış.

Sanki sözleşmişler gibi, artık bu mektuplardan ve içindekilerinden bahsetmemeye özen göstermişler. Tanıdıklarından, dostlarından, akrabalarından kimileri öldüğü halde, bu ölümleri o mektuplarla birleştirmemeye çalışmışlar.

Onun yerine, trafik canavarından, hastalıklardan ve yaşlılıktan; hayat pahalılığından, politikadan, falanca ülkenin kendi ülkelerine beslediği düşmanlıktan; spordan, filanca şarkıcıdan... konuşmuşlar. Bu arada, tüm ülkede içki satışları patlamış, televizyon reytingleri yükselmiş, şarkı kaset satışları artmış...

Yalnızca çok az sayıda insan, bu mektupların ardında yatanı gerçekten merak etmiş. Onlar, posta kutularına kendi soru dolu mektuplarını koymuşlar.. O mektupların yazarı ile aralarında ilginç bir iletişim başlamış. Böylece, sadece onlar bu mektuplarla tehdit değil ikaz edildiklerini, korkutulmak değil uyandırılmak istediklerini anlamışlar. Diğerleri gibi mektupları suçluluk duygusuyla okuyup sadece “öleceksin” gibi sözlere takılmamışlar; meraklı ve cesur gözlerle başkaca şefkat dolu mesajların var olduğunu görebilmişler. Mektuplardaki şiddetli ikazların aslında sevgi ve şefkatten ileri geldiğini keşfetmişler. Bu yüzden yalnızca onlar ölümü kendi aralarında korkmadan ve çekinmeden konuşabilmişler. Attıkları adımlara dikkat edip, hesabını veremeyecekleri şeyler yapmamaya çalışmışlar. Zilletli ve korkulu bir sarhoşluk yerine, merdâne ve cesurâne bir uyanıklık hâlini tercih etmişler...

Ve sadece onlar, en güçlü silahların bile karşısında âciz kaldığı mektupların Sahibine dayanıp ölüme meydan okuyabilmişler.