Mayıs sayımızda, Sultan Vahdeddin’in eşsiz vatan sevgisini ve onu kurtarma uğrunda sergilediği fedakârlıkları incelemiştik. Bu sayıda ise, gurbet hayatından kesitler sunarak, yaşadığı onca olumsuzluğa rağmen vatanına sevgi beslemeye ve bağlı kalmaya devam etmesini, tekrar kavuşabilmek için yıllarca büyük bir özlem ve ıstırap duymasını mercek altına alacağız.
…
Sultan Vahdeddin’in Millî Mücadele’ye yaptığı önemli katkılardan biri de, Hilâl-i Ahmer (Kızılay) aracılığıyla toplanan nakdî ve aynî yardım kampanyalarına öncülük ve iştirak etmesidir. İçinde bulunduğu ağır şartlar icabı, Millî Mücadele’ye resmî yollardan yardım etmesi/göndermesi imkânsızdı. Bu sıkıntı, uluslararası bir yardım kuruluşu olan Hilâl-i Ahmer aracılığıyla aşılmıştır. Mesela, 4 Nisan 1921’de başlatılan yardım kampanyasına 12 Nisan’da padişah da katılmış ve 10 bin lira bağışlamıştır. (1921 yılı Dolar kuru: 1 TL=0.27 Dolar. https://www.ekodialog.com/istatistik/1900_dolar_kur.html)
BÜYÜK ZAFER BÜYÜK SEVİNÇ
Büyük Zafer’in gerçekleştiği ve İzmir’in Yunan işgalinden temizlendiği haberi İstanbul’a ulaştığında Sultan Vahdeddin, kelimenin tam anlamıyla bayram yapmıştı. 1918’den beri “Bir ilahî zaferi daima bekledim!” diyerek yaşadığı sevinci sadece içinde bırakmamış, saray ve İstanbul halkıyla da paylaşma yoluna gitmişti. Anadolu’da şehit düşenler için 15 Eylül 1922’de Süleymaniye ve Ayasofya Camilerinde cemaatle birlikte saf tutarak dua etmişti.
İstanbul’da başlayan zafer şenlikleri münasebetiyle Yıldız Sarayı ve diğer sarayların muzafferiyet şerefine donatılmasını istemişti. Arkasından Ayasofya Camii’nde mevlit okutmuş ve kendisi de bizzat katılmıştı. Mevlidi, İtalyan Elçiliği’nin ikinci kâtibi Sinyor Piyetro Quaroni, sonraki yıllarda yayımladığı hatıratında şöyle anlatmıştı:
“Sultan’ın, Ayasofya’da Türk kuvvetlerinin zaferini tes’id (kutlamak) için, teberrüken (uğurlu olması) mevlit okutacağı duyurulmuştu. Ayasofya’yı dolduracak müminlerin saflarına karışmak için öyle bir arzu ve meraka tutulmuştum ki, büyük camiye gitmekten kendimi alamadım. Hatip okumasını bitirdi, sonra hutbe okundu ve hutbe biter bitmez, orada bulunanların ağzından bir haykırış yükseldi. “Kahrolsun gâvurlar!” Namaz, mevlit ve dua bitince sert bir komut duyuldu. Birdenbire beliren iki dizi jandarma, halkı güçlükle ayırdı, dar bir yol açtı. Sultan, Ayasofya’dan ayrılıyordu. Yanımdan geçerken dikkat ettim: Başını biraz sağına eğmiş, gözlerini hafifçe yummuş, dua okur gibi bir hâli vardı.”
VATANA HÜZÜNLÜ VEDA
1 Kasım 1922’de TBMM’de hazırlanan kanunla, saltanat kaldırılarak altı asırlık Osmanlı Devleti’nin siyasi-hukuki varlığına son verildi. Böylece Sultan Vahdeddin de Osmanlı’nın son ve 36. padişahı olarak tarihteki yerini almış oldu. Saltanatın kaldırılması sırasında TBMM’nde, her Vahdeddin ismi geçtikçe, milletvekillerinin “Taçlı Hain” diye bağırmaları padişahı kahretti. Meydana gelen acı olayların sonunda, çok sevdiği vatanına veda etmek zorunda kaldı. Tarih: 17 Kasım 1922. Hem devletinin onuruna gölge düşürmemek hem de bağımsızlık savaşından yeni çıkan ülkesinde bir iç savaş yaşanmasına izin vermemek düşüncesiyle, kendisini ve tahtını, milletinin saadet ve geleceği uğruna feda etti. Gurbetteyken söylediği sözler bunun ispatıydı: “Bu yaştan sonra mezarıma padişah yazdırmak hevesinde değilim! Saray ve saltanat yıkılmış, ne çıkar! Vatan ve millet kurtuldu ya!”
BİZ YANDIK AMA VATAN KURTULDU!
Gurbet hayatının ilk durağı Malta Adası oldu. Oradan Hicaz’a gitti ve Hac görevini yerine getirdi. Ardından İtalya’daki San Remo şehrine yerleşti. İtalya Kralı Emanuele, kendisine dilediği konakta kalabileceğini ve masraflarının karşılanacağını teklif etti. Devrik Sultan’ın verdiği cevap çok anlamlıydı: “Ben Müslümanların halifesiyim, Peygamber postunda oturuyorum. Bu sıfat, kendi dininden olmayan bir kişinin teklifini kabulden beni men eder!”
Yâd ellerde geçirdiği sıkıntılı zamanlarda bile hiçbir yabancı devlet ve odağın, vatanı ve milleti aleyhindeki kirli oyunlarına alet olmadı. Tüm çirkin teklifleri tereddüt etmeden geri çevirdi. Gurbetin serbest ortamında dahi “hain” olmadığını cümle âleme tekrar tekrar gösterdi. Sık tekrarladığı sözlerden biri de şuydu: “Artık Osmanlı Devleti, Türkiye demektir. Orada barışa ve huzura ihtiyaç var! Biz bir paratonerdik. Devlet ve milletin varlığına yıldırım düştü, üzerimize çektik. Biz yandık, fakat devlet ve millet kurtuldu!”
VATAN HASRETİYLE ÖLDÜ!
Vatana dönüş ümit ve hayalini hiç kaybetmedi. Bunu özellikle de kişiliğine yapılan saldırıları temizlemek için istiyordu. Mümkün olamayacağını anlayınca da yakınlarına şu ricada bulundu: “Döndükten sonra benim hain olmadığımı anlatın!” Ne acıdır ki, hayatının son anlarına kadar vatanını özlemle anmaktan vazgeçmedi. Öldüğü gece bütün çevresini toplamış, geç vakitlere kadar neşeli sohbetler etmişti. Geçmiş günleri ve tatlı hatıraları yâd etmişti. Saray görevlisi Rumeysa (Aredba) Hanım anılarında, o son gecede yaşananları şu keder dolu cümlelerle kaleme almıştı:
“Münasip bir vakitte (Sultan Vahdeddin’e) şu cümleyi kullandım: “Efendimiz müsaade buyurursanız, Çengelköy’ün bahçeleri, ormanları, sahili ve köşkünden bahseder misiniz?” İçindeki hasreti dindirmek için belki de tarihe mal olmuş o mesut günlerden bahsetmek gerekiyordu. Dili tutulmuş lal gibi bir müddet kederli gözleriyle etrafına bakındı. Nihayet uykudan uyanır gibi konuşmaya başladı. Anlattıkça içimiz rahatlıyordu. Kasvetin yerini ferahlık almıştı. Cansız bedene can gelir gibi canlanmıştık sanki. Zamanın nasıl geçtiğini dahi anlamamıştık. Gülerek, ağlayarak akşamı bulmuştuk. Yıllar sonra ilk defa kendilerini bu kadar neşeli görmüştüm. O anki neşeli ve huzurlu yüz ifadesini asla unutamam.”
Maalesef ömrü, o günleri bir daha yaşamaya yetmedi. 16 Mayıs 1926 gecesi kalp krizi geçirerek, 65 yaşında fani dünyaya gözlerini kapadı.
HACİZLİ TABUT SÜRGÜN NAAŞ
Hayatı boyunca yaşadığı talihsizlikler ölüm anında da yakasını bırakmadı. İtalyan esnafa ödeyemediği 120 bin liralık (60 bin liret) borçtan ötürü tabutuna haciz konuldu ve yaklaşık bir ay rehin tutuldu. Osmanlı tarihinde hiç bir padişah, böyle vahim bir durumla karşılaşmamıştı. Osmanlı’nın en talihsiz ve çileli padişahlarından biri olarak tarihe geçti. Osmanlı Hanedanı’ndan bazı kişilerden ve İslam Dünyası’ndan gelen yardımlarla haciz kaldırıldı.
Nihayet cenazesi, damadı Ömer Faruk Efendi tarafından önce gemiyle Beyrut’a, oradan da trenle Şam’a götürüldü. Üzeri kıymetli şallar ve Kâbe örtüsüyle örtülen tabutu, arabaya bindirilerek Mevlevî, Kadirî ve Rufaî dervişlerinin okuduğu ilahiler, tekbir ve tehliller eşliğinde şehir merkezindeki Sultan Selim Camiine getirildi. Temmuz ayı başlarında Suriyeli devlet adamları, komutanlar, eski Osmanlı subayları ve kalabalık bir halk kitlesinin katıldığı törenle, cami avlusundaki Süleymaniye Külliyesi’ne defnedildi. Mezarı hâlâ orada bulunmaktadır.
TARİHÇİLERİ BEKLEYEN VAZİFE
Yurtları gasp edilen bir millete, bir yurt armağan etmek için takat yetmez zorluklara katlanan ve olağanüstü fedakârlıklarda bulunduktan sonra “yurdu sattığı” iddialarıyla hedef haline getirilip, yurdu terk etmek mecburiyetinde bırakılan “Yurtsuz Padişah”ın, yâd ellerde mülteci olarak yaşaması ve en kötüsü de naçiz bedenine hâlâ sürgün muamelesi yapılması, bir liderin başına gelebilecek en büyük talihsizliklerdendir.
Sultan Vahdeddin’in, tahtı devralmasıyla birlikte başlayan talihsizlikler zinciri ebedî istirahatine çekilene kadar peşini bırakmadığı gibi, manevî itibarı iade edilmediğinden ve kabri Türkiye’ye nakledilmediğinden dolayı maalesef bugün de devam etmektedir.
Büyük zorluklar içerisinde geçen hayatının sona erdiği San Remo’da, özellikle tarihçilere ve siyasilere seslenerek yaptığı şu vasiyetin gereği artık yerine getirilmeli ve şahsına yönelik linç kampanyalarına son verilmelidir: “Bazı kimseler beni vatana ihanetle suçladılar. Dinime, vatanıma, milletime arzu ettiğim kadar hizmet etmeye vakit ve imkân bulamadım ise de asla ihanet etmedim! Ben, Osmanlı Hanedanı’nı ve kendimi tarihe terk ettim! Elbette namuslu tarihçiler çıkacak ve kendilerini hiçbir belgeden mahrum etmediğimi görerek hakkımda hükme varacaklardır.”
Kaynakça: T. Mümtaz Göztepe, Vahdeddin Gurbet Cehenneminde, İstanbul, 1991;
Hüseyin Hilmi Işık, Saâdet-i Ebediye, İstanbul, 1968;
Rumeysa Aredba, Sultan Vahdeddin’in San Remo Günleri, İstanbul, 2009;
Murat Bardakçı, Şahbaba, İstanbul, 1998;
İlhan Bardakçı, Vahdeddin’den Mustafa Kemal’e, İstanbul, 1993;
Mustafa Müftüoğlu, Yalan Söyleyen Tarih Utansın, c.3, İstanbul, 2000;
Ali Fuat Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, Ankara, 1984;
Lütfi (Simavi) Bey, Osmanlı Sarayının Son Günleri, İstanbul, 1973;
T. Mümtaz Göztepe, Vahidüddin Mütareke Gayyasında, İstanbul, 1991;
Osman Öndeş, Vahdeddin’in Sırdaşı Avni Paşa Anlatıyor, İstanbul, 2012;
Leyla Açba, Bir Çerkez Prensesinin Harem Hatıraları, İstanbul, 2010;
İ. Hakkı Okday, Yanya’dan Ankara’ya, İstanbul, 1975; Murat Bardakçı, Şahbaba, İstanbul, 1998;
Selahattin Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, c.1, İstanbul, 1991;
Bilal Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk, c.4, Ankara, 1992;
Kadir Mısıroğlu, Osmanoğullarının Dramı, İstanbul, 1990;
N. Fazıl Kısakürek, Sultan Vahidüddin, İstanbul, 1976;
İsmail Çolak, Son Osmanlı Vahdeddin, 5. Baskı, İstanbul, 2011.