TR EN

Dil Seçin

Ara

Niye Geldik Bu Dünyaya?

Bu soruya vereceğiniz cevabı az ya da çok tahmin edebiliyorum. Ama bu bapta demem o değil. Bu defalık bir başka açıdan bakalım bu soruya.

Kimimizde az, kimimizde çok. Hepimizde eksik olan bir şeyler var. Bunları gidermeye, noksanlarımızı tamamlamaya geldik bu dünyaya. Nasıl tamam olur, kemale erer insan? Noksanını bilmekle ve de kusurunu görmekle.

 

Bunun yolu da ilgiden ve sevgiden geçer. Bizde olmayan ama aradığımız şey, sevgide, aşkta var. Aşkı yaratan Allah’ta var.

Yanarız bazen susuzluktan; bir bardak su hararetimizi giderir. Kıvranırız bazen açlıktan; üç-beş lokma açlığımızı giderir. Her şey böyledir. Göz ışıkla, akıl ilimle, kalp imanla ve aşkla doyar…

Bir yanda açlıktan, diğer yanda sevgisizlikten kıvranıyor insanlar. Kıraç topraklar yağmuru beklediği gibi, kurak kalpler de sevgiyi, ilgiyi bekliyor. Şefkate susamış ruhun toprakları.

Muhabbet öyle bir duygu ki; hava gibi, su gibi, ekmek gibi bir şey. Onu buldu mu, ne eksiği varsa unutuyor insan. Aşk gelince görünmez oluyor eksikleri insanın. Hatta lafı bile edilmez oluyor. Aşk aklını başından alıyor insanın. Bütün benliğini kaplıyor. Kalbini dolduruyor. Bilmeyene, tatmayana anlatması zor.

İnsanlığın ortak duygusudur aşk. Aşk olunca arada, gönüller birleşir, yabanîlik kalkar. Ünsiyet başlar. Cismanî aşktan ruhanî aşka, mecazî aşktan ilahî aşka kadar uzayıp giden bir yolu vardır aşkın.

Bir hikmet ehli; aşkı “Artmaz, eksilmez ve dahi doğumsuz ve ölümsüz bir güzellik” olarak tanımlar. Bunu daha ileri boyutlara taşıyanlar da var. Derler ki, hiçbir zevk, aşktan ve sevgiden üstün değildir. Madem, aşağı olan zevkler ve arzular aşka, sevgiye boyun eğer ve madem onlara boyun eğdiren de bu sevgidir, bunda sevginin ne kadar üstün bir değer olduğu anlaşılır.

Nice nice tahlilleri, tarifleri yapılmıştır aşkın. Nerede, ne zaman ona yakalanacağını hiç kimse bilemiyor. Kalbini dolduran bu yüce duygunun, bu ilahî neş’enin ve muhabbetin bir zerresi mest ediyor, kendinden geçiriyor insanı. Bahar geldiğinde nasıl coşkuya kapılıyorsak, güneş doğduğunda nasıl seviniyorsak, aşk gelince ve dahi kapımızı çalınca, öyle oluyor. İçimize bahar geliyor adeta. Kalbimize güneş doğuyor. Rahmet ruhumuza yağıyor. Yüreğimiz pır pır uçup havalanıyor. Ayaklarımız yerden kesiliyor sanki.

Kendini ne kadar kollarsa kollasın insan, bir gün yıldırım gibi düşer kalbine aşk.

Aşkı takip eden, çileye taliptir. Zahmetlidir ama sonu rahmettir. Kemâlini bulup da; seveni, sevdiğine, yani Rabbine ulaştırırsa aşk, işte o zaman cümle eksikler tamam olur. “Aşk gelince cümle eksikler biter” der Yunus Emre’miz ya, sözü o zaman hakikat olur.

Aşk sahibine yönelince, mutlak cemâl ve kemâl sahibi olan Allah’a varınca, Rabbine ulaşınca bu duygu, o zaman tamam olur her şey. Allah’ı sevenin kalbine, Allah’ı arayan âşığın gözüne her şey güzel görünür.

Allah’ı arayan ve Allah’ı bulan bir kalbi; Allah, başka kalplere muhatap eder mi? Allah’ı sevenin dünyası gerçek aşkın nuruyla dolar. Bu öyle bir nurdur ki; güneşler o nurun yanında mum kalır. O kalbi kendinden başka hiçbir şeye muhtaç etmez Allah.

Bir sırdır bu, yaşayan bilir. Hâl var, söze gelir; hâl var dile gelmez. Söz, ehline denir. Söz ki, emanettir.

Ham ağızdan ham söz çıkar. Güzel ağıza güzel söz yakışır. Allah’ı bilmeyince ve dahi layıkıyla sevemeyince hep eksiktir insan, karışıktır aklı ve duyguları. Aşk gelince tamam olur, cümle eksikler biter o zaman.

Pişmemiş ekmek boğazdan geçmez. Ham söz kalbe işlemez.

Hayatını üç kelimede özetler ya Mevlânâ: “Hamdım, piştim, yandım.” Söylemesi kolaydır bunu, yaşaması zordur.

Aşk olmayınca gönülde, şevk de olmaz, neşe de olmaz. Kararsız kalır insan. Dünyası kararır. Ümit yerine içini yeis kaplar.

Aşk geldi mi, ne varsa biter, cümle eksikler gider, tamam olur insan. Allah’ın (c.c) bir zerre muhabbeti, kalbini doldurunca insanın; insan, insan olur. Irmak taşar, derya olur. Daha da ötesi, Allah’ı hakkıyla seven ve bilen kâmil bir mümin olur.

Kâinatın rabıtası, illeti, sebebi, yaratılışın hikmeti, gayesi ne imiş, bir derece o zaman anlar insan.

Aşk gelince eksikler tamam olur.

İnsan bazen şaşar. “Bir kalp ile bunca şeyi nasıl seviyorum?” diye... Oysa bir aynada sadece bir güneş görünür. Kalp aynasında birden çok bu kadar suret nasıl cevelan eder ki? Nasıl kalp aynasına bunca sevgi sığar ki? Hayret eder insan. Ve hayretine cevap arar.

Hayretiniz meraka dönüşürse, sorunuzun cevabı karşınıza çıkmakta gecikmez. Aşağıdaki alıntıda, bu soruya Asr-ı saadetten gelen bir cevap var.

Evet, eksiklerimizi tamamlamaya geldik bu dünyaya… Bediüzzaman Hazretleri’nin de belirttiği gibi:

“Vücudun vücudu, kemalledir. Kemalin kemali de devamla olur.” (Mesnevi-i Nuriye, Katre, 54)

Kemâle ve cemâle erişenlerden olmamız dileğiyle…

Ne güzel demiş bir gönül ehli:

“Aslında aşk bir türlüdür.

Taklitleri bin türlüdür.”

Demiş de uyarmış, sakındırmaya çalışmış bu yolun yolcularını ve taliplilerini. Ne mutlu ibret alana…

 

***

Peygamber aleyhisselam bir gün, Hz. Ali’ye sordu:

“Yâ Ali, Allah’ı sever misin?”

“Hiç şüphesiz!”

“Beni sever misin?”

“Elbette.”

“Peki Fatıma’yı?”

“Evet.”

“Pekâlâ, ya Hasan’la Hüseyin’i?”

“Severim yâ Resulallah!”

Sorduğu sorulara aldığı bu cevaplardan sonra, Peygamber aleyhisselam, Hz. Ali’ye bu sefer de şunu sordu:

“Peki, bu kadar sevgiyi, bir tek kalbe nasıl sığdırıyorsun?”

‘İlim şehrinin kapısı,’ Allah’ın Resulü’nün bu sorusuna hemen cevap veremedi. Evine gidip, hanımına -Peygamber aleyhisselam’ın biricik kızı, Fatıma Validemize- soruyu aktardı ve ondan bir cevap istedi. Hz. Fatıma ona şöyle bir cevap verdi:

“Bunun cevabı, bilinmeyecek şey değildir. Allah’ı sevmen, imanından ve aklındandır. Peygamberi sevmen, gönlündendir. Beni sevmen nefsindendir. Hasan ve Hüseyin’i sevmen ise babalığının gereğidir.”

Hz. Ali, Fatıma Validemiz’den aldığı bu cevabı doğruca gidip Peygamber aleyhisselam’a aktardı. Sorusuna verilen cevaptan memnun olan Resulûllah, cevabın kimden geldiğini anlamıştı. Kızı Fatıma Validemizi kastederek şöyle buyurdu: “Bu meyve, peygamberlik ağacından alınmışa benziyor.