TR EN

Dil Seçin

Ara

Satır Arkası

Satır Arkası

Kubbeyi Yere Koymayan Adam: Turgut Cansever

Turgut Cansever’i seksenli yaşlarındayken tanıma ya da herhangi bir programda dinleme şansı bulanların dikkatini ilk çeken şey, onun yorgun bedenine sığmayan enerjisi, heyecanı olurdu. O konuşurken, kelimeler fikirlerini taşımakta âdeta zorlanır, her bir cümle diğerini daha geniş anlamlara sevk ederdi. Yıllar öncesine ait bir hatırayı anlatırken bile hiçbir ayrıntıyı atlamaması, dehasının küçük bir deliliydi. Peygamber Efendimiz’in “Ne yaparsanız, yaptığınız her şey inancınızın ta kendisidir.” sözünden yola çıkarak önce bir bilinç tesis etti ve hayatını o bilinçle şekillendirdi Cansever. Güzeli merkeze aldı ve sokakları, mahalleleri, şehirleri iyileştirecek yeni bir dünyanın hayalini kurdu. Cansever’in bütün ömrü daha ‘güzel’ bir dünyada yaşayabilmek adına mücadeleyle geçti.

Turgut Cansever ömür boyu gerçeği aradı. Önemle işaret ettiği gerçeklerden biri, insanın temel sanat alanının mimarî olduğu; bunun yerini mesela resim, sinema veya tiyatroya bırakmasının insanı ‘alçaltmasıydı.’ Birincisinde aktif, yaşayan bir varlık olan insan; ikincisinde pasif, seyreden, temaşa eden bir varlığa dönüşüyordu.

Turgut Cansever özenli hayatı, fikirleri ve gayretleriyle muhakkak dünyanın güzelleşmesine vesile oldu; fakat onu tanıyanlar çok daha fazlasına gücü yetebileceği halde birçok projesinin hayata geçmediğini bilirler. Kim bilir bu veda belki de buzlaşmış kurumsal zihinlerde küçük bir kıvılcıma vesile olur.

Allah’tan kendisine gani gani rahmet diliyoruz.

“İnsana çok sıradan bir şeymiş gibi geliyor ama; bir Bursa’nın, bir İstanbul’un meydana getirilmesi, o tektoniklerin güzelliklerinden bir şey kaybetmeden, bir ‘bütün’ün parçaları gibi nakış nakış işlenmiş olması âdeta bir mucizedir.”

(Mimar Turgut Cansever, elbette bugünkü İstanbul veya Bursa’dan değil, Osmanlı’nın inşa ettiği şehirlerden bahsediyor.)

 

 

Dünyaya Tek Para Birimi

 ABD’nin krize karşı karşılıksız para basması dolara güveni zedeliyor. Rusya’nın ardından Çin de yeni bir rezerv paraya geçmeyi önerdi.

ABD, üst üste açıkladığı kurtarma paketleriyle kriz yangınını söndürmeye çalışırken radikal yöntemlere başvuruyor. Kriz öncesinde 1 trilyon dolar bilanço büyüklüğüne sahip olan Amerikan Merkez Bankası (Fed) 7 ayda bu rakamı 3 trilyon dolara çıkardı.

Yani Fed, karşılıksız para basarak krizi dizginlemeye çalışıyor. Asıl korku, basılan paraların yüksek enflasyona neden olacağı, değersizleşen doların dünya ticaretinde yeni dengesizlikler doğuracağı.

Yüksek dolar rezervine sahip olan ülkelerden Çin ve Rusya bu korkularını 65 yıllık bir öneriyi yeniden gündeme getirerek gösterdi: Dünya tek para birimine geçsin!

Fakat bir kısım iktisatçı bunun hemen olabileceğini düşünmüyor. Öte yandan bir kısım iktisatçı da, bölgesel tek para birimlerine geçilmesini öneriyor.

 

 

Kriz, Mutfağa Tasarruf Getirdi

Eskiden pirinç, mercimek, bulgur yıkanırken bir tek tane bile düşürülmezdi. Küflendi diye bir parça ekmek bile çöpe gitmezdi. Mutfaklarda o zamanlar ne derin dondurucu ne no-frost buzdolapları ne de vakumlu saklama kapları vardı. Ama her dem taze, lezzetli ve çok da bereketli yemekler pişerdi. Hem de en ucuzundan. İsrafa azami derecede dikkat edilirdi.

Krizde mutfağın nasıl yönetileceği konusunda birkaç öneri:

- Yemekleri dışarıda değil, evinizde yiyin. Mutlak için bir bütçe oluşturun ve alışveriş yaparken o bütçeye sadık kalın.

- Her şey mevsiminde ucuzdur. Mutfak alışverişi için semt pazarı öncelikli tercihiniz olsun.

- Fırını kullanırken ocağı gereksiz yere yakmayın.

- Ve son olarak, ekmeğinizi kendiniz yapın.

 

 

Darwinizm, Bilimsel Gerçeklik mi?

Darwin’in doğumunun 200. yılı dolayısıyla bu yıl içinde evrimi, yaratılışı, bilimi ve bilimselliği yeniden ve bolca tartışacağımız belliydi. Geçen ayki TÜBİTAK olayı, bu tartışmanın fitilini ateşledi sadece. Olayın ertesinde bolca yazı da yazıldı.

Onlardan birinde Yasin Aktay’ın alttaki tespitleri oldukça ilgi çekiciydi:

Darwinizm’le veya evrimcilikle ilgili en önemli mitoloji onun inanca karşı bilimsel gerçekliği temsil eden bir yaklaşım olduğudur. Bu anlayış veri kabul edilince yaratılışa inanıp bilimden de geri durmayanlar evrim iddiasını bilimsel düzeyde karşılayıp laf yetiştirmeye koşuyorlar. Oysa evrimi yaratılış inancının karşısına koyan bir anlayış hiçbir zaman bilimsellikle ilgili olmamıştır. Yaratılış inancına alternatif bir meydana geliş açıklamasının da tek motivasyonu inançtır. Bugün sunulan biçimiyle evrimciliğin Darwin’in evrim teorisiyle hiçbir ilgisi de yok.

Birçok zeminde evrimci söylemler ateizmin itikadını güçlendirmeye çalışan vaaz modunda çalışıyor. Herhangi bir bilimsel teorinin insanın nasıl yaratılmış olduğunu bilimsel sınırlarının içinde kalarak, yani inancın alanına girmeden açıklama imkanı, epistemolojik olarak mevcut değil. O yüzden aslında “yaratılış teorisi” diye bir şey de olamaz. Yaratılışı bilimsel olarak açıklamaya çalışmak da inanç ile bilimin alanları arasındaki kategorik ayrımları bilmemekten ileri geliyor. Yine o yüzden yaratılışın karşısına konulan evrim bir teori değil, basitçe alternatif bir inançtan ibarettir.

Son TÜBİTAK tartışmaları dolayısıyla evrimi bilimselliğin ve mutlak hakikatin bir ölçütü gibi sunmaya çalışanların söyleminde de o kadar açık bir gerçektir ki, evrime atfedilen anlam katı-dogmatik bir inançtan başkası değildir.

Ayrıca hiç kimse evrim teorisinin dayandığı veya öne sürdüğü delilleri bilerek, bunların delil olma gücünü karşılaştırmalı olarak kavrayarak “evrime inanmaya” karar vermez. Evrime inanma kararı da bütün bilimsel prosedürlerden önce verilmiştir.

 

 

Sarnıçlara Dönmek

Hikâyeciliği kadar, toplumsal konulara bakışı da son derece başarılı olan bir isim Mustafa Kutlu. Kriz karşısında geleneksel değerleri maharetle işleyen Kutlu, pek çok yazarın aksine mevcut sorunlara önerdiği yapıcı çözümlerle de bir fark oluşturuyor.

Dünyada Su Forumu nedeniyle kaleme aldığı yazısında sarnıçlara dönmeyi önermekle de yine ilginç bir öneri atmış ortaya:

“Sadece su açısından değil; ormanlar, toprak (erozyon), denizler de elimizden çıkıyor. Kapitalizmin doymak bilmeyen kanlı ağzı her şeyi yutuyor. Eee!.. Ne yapacağız?

Yavaşlamak lazım. Mutasavvıfların üç kaidesi vardır. Az ye, az konuş, az uyu.

Tüketimin kısılması, aza kanaat bu çılgın koşunun, uçuruma doğru gönüllü sürüklenmenin tek ilacıdır.

Peki insanoğlu gittiği yolun çıkmaz olduğunu görmüyor mu? Görmüyor. Görenlerin sözlerine kulak tıkıyor. Tıkamasaydı XX. asırda yaşadığı iki büyük savaş, verdiği milyonlarca kayıp gözlerini açardı.

Peki sen ne diyorsun?

Ben olmayacak duaya amin diyorum.

Nasıl yani?

İlk çağlardan beri kuraklık var. Anadolu su zengini bir bölge değil. Ege’deki eski uygarlıklardan (bilhassa Roma) kalma sarnıçlar var. Adam baraj değil sarnıç yapmış. Hem içmede, hem sulamada kullanıyor. İstanbul’da dahi toprak kirlenmeden önce pek çok evin su kuyusu ve sarnıcı vardı. Bostanlar dolap beygirlerinin döndürdüğü çarklar ile kuyulardan çekilen suyla sulanırdı.

Ama o günlere dönemeyiz ki! Neden dönemeyiz?

Bilmem, bu konuda düşünmek lazım.”

 

 

Bunalım Çağına “İslâm Aşısı”

Haksız küreselleşme ve arkasındaki ideoloji demokrasi için bir tehdit oluşturmaktadır.

19. yüzyılın ikinci yarısından sonra gelen birinci büyük küreselleşme dalgası varlığını demokrasi dışı rejimlere ve örgütsüzlüklere borçlu idi. Sebep olduğu dengesizlik ve haksızlıkları yükleyeceği toplumsal kesimler ve ülkeler bulduğu sürece yoluna devam etti. Bu mümkün olmayınca sömürgeci blok kendi arasında kapıştı, süreç Birinci Dünya Savaşı ile bitti.

II. Küreselleşme dalgası ise bu sefer, II. Dünya Savaşı ile başladı. “Yeni şişede eski sirke.” Yani aslında değişen bir şey yoktu. Doğrudan işgallerin yerini dolaylı yeni sömürgecilik aldı.

Öyle anlaşılıyor ki, şimdi bir kez daha yolun sonundayız. “Anlaşmalı Soğuk Savaş döneminin” misyonu da mukavelesi de böylece bitti. Dünya iktisadi ve siyasi birliktelik için yeni bir barış, üretim ve bölüşüm mimarisi arıyor.

Şurası gayet açık ki, bencil insan mülkün ve rızkın sahibine kulak verip, aşırı kısa vadecilik çukurundan çıkıp, İslâm’ın emrettiği zekâtı acilen içine sindirmeli. Bu, rızkın artarak devam etmesi için büyük bir çarpan, toplam talep daralması için bir bereket kalkanıdır. Sözde “sosyal devlet” adına bu yükü mekanikleştirerek, insan yüreğini ve merhametini toplumsal dokudan silip atarak, devlete ihale eden Avrupa çöküyor. Bunu görmek zorundayız.

 

 

Kendisini Ateist Sanan Ateistler

Doktor Tayfun Hancılar, kızının doğumuna kadar kendisini ‘ateist’ sanıyordu. Ama bir laborantın kızının tahlilinde yaptığı bir virgül hatasıyla hayata bakışı değişti. Laborant 0,6 olan bir değeri 6 olarak yazmıştı. Hancılar, ifadesinde, “Doğruyu öğreninceye kadar geçen o 15 dakika boyunca Allah’a yalvararak dua ettim. O gün aslında ateist olmadığımı fark ettim.” demiş.

Kişisel bir tecrübe gibi görünse de, kendini ateist olarak takdim eden nice insan da benzer tecrübeler yaşamıyor mu acaba? Yaşıyor olmaları, çok büyük bir ihtimal. Ondan değil mi ki, pek çok ateist, hayatının son demlerine geldiğinde, eski keskinliği kalmıyor, dine yeşil ışık yakmaya başlıyor.

Hele bir de ölüm sathında ateistlerin hali pürmelaline şahit olabilsek. Kim bilir, kendilerine bir gün daha bahşetmesi için Allah’a ne dualar ederken bulurduk her birini. Ama sağlıkları yerinde iken hiçbiri de burnundan kıl aldırmıyor. Galiba ateistlerin ortak özelliği bu.

 

 

Enformasyon mu, Deformasyon mu?

Cüneyt Arkın’ın gerçek isminin ne olduğunu biliyor musunuz? Mutlaka biliyorsunuz: Fahrettin Cüreklibatur!

Azıcık bile olsa internete bulaştıysanız kaçacak yeriniz yok demektir; böyle lüzumsuz ötesi yüzlerce, binlerce şeyi bilmek, görmek, okumak zorundasınız. Kim “İsteyen okur, istemeyen okumaz kardeşim!” diyorsa yalan söylüyor. Siz bir gayret göstermeseniz bile bu lüzumsuzluklar ağının bir parçasısınız.

Bu lüzumsuz bilgileri kim nereden bulur, nereden araştırır, nasıl derler de ortalığa sürer akıl alası değil!

Bakınız az önce okudum; bir gazetenin web sitesinin ana sayfasında, hem de en çok okunanlar listesinde ilk ona giren bir başlık: “Ünlülerin gerçek isimlerini biliyor musunuz?” Aynı konuyu hemen hemen aynı başlıkla geçen hafta da, daha önceki hafta da okudum. Yine çok okunan bir yerlerdeydi.

İyi de neden?

Ünlüler gerçek isimlerini bilmemizi isteseler kendilerine birer takma isim edinmezlerdi değil mi?

Hem sonra Cüneyt Arkın’ın gerçek ismini bilince ne olacak ki? Ne işimize yarayacak bu bizim?

Daha neler var neler, türlü türlü herzeler!

Mesela “Şimdi hepsi birer şöhret olan bu çocukları tanıdınız mı?” nakaratı haftada bir yine dolaşır sanal âlemin ana arterlerinde.

Haber okumak için anlı şanlı adreslere tıklıyorsunuz; “Bakın o zaman ne kadar rüküştüler!”, “Makyajsız halleri şaşırttı!”, “Sinema tarihinin en kötü 69 filmi” ya da “Ayakkabı numarası en büyük aktörler” gibi civcivlere versen yemeyecek bir sürü şeyle karşılaşıyorsun.

Başlıkta da ifade ettim, bunun adı enformasyon değil, deformasyon!

(Gökhan Özcan)