TR EN

Dil Seçin

Ara

Satır Arkası

Satır Arkası

Toprağa Dönelim

Koca Yunus: “Benim yüzüm yerde gerek, Bana rahmet yerden yağar” diyor.

Bilim adamları dünyamızı yiyip-bitirerek, çöplüğe çeviren sanayiden vazgeçmeyi, yüz yıl sonrasını düşünerek toprağa, suya, havaya önem vermeyi ve tarıma yatırım yapmayı salık veriyorlar. (Hele şükür, hakikati gördüler ama insanlığı soktukları çıkmaz yoldan döndürmeleri zor, belki de imkânsız).

Sanayinin ve modern teknolojinin dünyayı zenginleştireceği, konfora boğacağı; bilimin hastalıkları yok edeceği, insanların cenneti bu dünyada bulacakları fikri geçen asırdaki parlaklığını yitirdi, hatta bunun bir “safsata” olduğu söylenmeye başlandı.

Nasıl söylenmesin? Yirminci asrın iki dünya savaşında, dünyamızın bugüne kadar şahit olduğu bütün savaşlarda ölen insan sayısından fazla insan öldü. Şehirler, yollar, okullar, mabetler, hastaneler yerle bir oldu. İşte Irak, işte Gazze, aynı şey devam edip duruyor.

Bana lütfen hukuktan, insan haklarından, demokrasiden ve buna benzer efsanelerden bahsetmeyin. Bütün bunlar “güçlü olanın koyduğu kurallardır”. Güç insanlığın ilk dönemlerinde ne ise bugün de odur. Cenab-ı Hakk gücü insan nefsinin en büyük silahı yapmış ve bizi onunla sınıyor.

İnsanoğlu toprağı terkederek etrafını âletlerle çevirip bir “sanal dünya” kurdu. Burada sıkılıp duruyor. İki serap görüyor: Hız ve haz. Bunlar nefsin oyunlarıdır. Ele geçtiklerinde yok olurlar. Sıkıntı devam eder.

Oysa güneş açtığında dışarı çıkmak böyle değildir. Mevsimlerin türlü türlü imkânları, çok çeşitli nimetleri vardır. Siz hududullaha uygun olarak bırakın kendinizi mevsimlerin ırmağına. O sizi bahar çiçeklerinden yaz meyvelerine, güz yapraklarından kar tanelerine taşır. Size her gün bir başka yüzünü gösterir.

Toprak yağmurla yıkandığında bereketini bütün haşmeti ile insanoğlunun önüne serer.

Toprak kendisine sevgiyle yaklaşanları bağrına basar; onları besler, büyütür. Yeter ki biz “Ne kadar tüketiyorsan o kadar mutlusun” gibi pagan inanışından vazgeçip; “Çok şükür bugün de karnımız doydu” diye Rabbimiz’e şükretmeyi bilelim.

(Mustafa Kutlu)

 

 

Selam Olsun “Kuru Et Yiyen Kadının Oğluna!”

Mekke’nin fetih günüydü... Bir adam Resulullah’ın yanına yaklaştı. Korkudan, heyecandan titriyordu. Resulullah da gördü adamın bu halini ve dönüp seslendi: “Titremene lüzum yok, ben kral değilim.”

Ve ardından dedi ki; “Kureyşli kuru et yiyen bir kadının oğluyum ben.”

Bu hadisi her okuyuşumda sarsılırım. Düşünün... Mekke’yi fetheden kuvvetlerin başındaki kişinin ve Peygamber’in önünde titremez de insan, kimin önünde titrer?

İktidarı olağanüstüleştirme insanlık tarihi kadar eski bir hikâyedir çünkü. Hatta geçmek bilmeyen bir hastalıktır.

Güçlülerin, militerlerin, kendine soy sop iktidarı ve havası yaratanların, en sıradan makamların sahiplerinin önünde korkar, ezilir, büzülür, titrer insan.. Ya bugün?

Popüler şöhret denen şeyden bir parça nasiplenmiş kişilerin bile yanına yanaştığında titremeye kapılıp ağzını açamayanları görürsünüz. Nedir Peygamber’i böyle davranmaya, böyle söylemeye iten?

İlk akla gelen hep tevazu kavramı olur bu durumlarda. Tevazu deyip geçmek doğru olur mu?

Hayır! Yanlış olur. Hele tevazuyu alçakgönüllülük veya kendini küçültme olarak ele alıyorsanız, bu iyice yanlış olur.

Çünkü “Titremene lüzum yok, ben kral değilim” diyen Hz. Muhammed, unutulmamalıdır ki, Adem Aleyhisselam’dan beri Peygamber olduğunu, yani “fark”ını hep dile getirmiştir.

Burada vurgulanan şey... İsmet Özel’in sözleriyle “kralın ve krallığın çarpıklığıdır.” (40 Hadis, İsmet Özel. 2005, Şule Yayınları.) Daha doğrusu, âlemde “kral olma”nın; saltanat kurup, saltanat sürmenin çarpıklığıdır burada altı çizilen, hiç kuşku yok!

“Kureyşli kuru et yiyen bir kadının oğluyum ben” sözüne gelince...

Nasıl da ürperticidir!

Belki bu noktadan başlayarak.. İslam ve ırkçılık; İslam ve hiyerarşi; İslam ve iktidar; İslam ve eşitlik konularını bir daha düşünme şevki doğar içimizde.

(Haşmet Babaoğlu)

 

 

Terziliğe Övgü

Şairin aksine, rasyoneldir terzi. Ölçer. “Ben bu adamın ölçüsünü almıştım zaten!” demez, bir daha, bir daha ölçer. Aşık terzi Ali Osman Çoban, terzinin akılcılığını mistik bir temele oturtuyor:

“Her müşteri Allah’ın ayrı bir tecellisidir. ‘Bana özel davran’ diyor, çünkü özel yaratılmış. Her insan sözüyle, davranışıyla kendini gösteriyor. Konuşurken, kişi hakikatten ne kadar haberdar, bu meydana çıkıyor.”

Terzilik insan fıtratına en çok uyan, insanı tamamlayan meslektir. Bütün canlılar giysileriyle doğar. Çıplak doğan, yalnızca insan. İşlediği suça karşı, elbisesi cennette rehin kalmış! Terzi Çoban doğru söylüyor:

“İdris’in çırakları olmasaydı, Adem’in çocukları çıplak kalırdı!” İdris’in çırağı isen, kumaştan çalmayacaksın. Yaptığı işin “peygamber mesleği” olduğunu düşünmek ne büyük mutluluktur! Bu bilinçle çalışırsan, Çoban’ın erdiği sırra erersin: “Giyinmek, cehalet ayıplarından kurtulmak; soyunmak ise benlik mefhumundan, nefsanî duygulardan arınmaktır.”

Giyinmek ve soyunmak diye birbirinin zıddı tercihler yok, birbirini tamamlayan unsurlar var.

Yani biz cehalet, bilgisizlik ayıplarından kurtulmak için giyinmek zorundayız. Fazıllar ahlak-ı Muhammedi ile giyinirler.”

Terzi Çoban’ın kalbi aklına kement atmış: “Akılla âşık olunmaz. Fakat aklı çalıştırmadan aşk kemale ermez. Akıl ile aşk iki ayak gibidir. İki ayak sonucu menzildir, menzil ise irfan. Hayatta en güzel şey samimi bildiğin bir dostu dinlemek, onunla konuşmak, sohbet etmektir.

Hayat budur, Cennet budur, cemal budur, kemal budur.”

 

 

FATİH’İN ELİNDEKİ HARİTA

 Ducass, fetih arifesindeki Sultan II. Mehmet’i şu sözlerle anlatır:

“Padişahın gece ve gündüz huzuru kaçmıştı. Yatağına girer ve kalkarken, sarayında ve dışarıda gezinirken hep İstanbul fethi ile meşguldü. Yalnız veya arkadaşlarıyla gezintiye çıkar, sade onu düşünür, istirahat ve uyku bilmezdi. Elinde kalem ve kâğıt daima İstanbul haritasıyla uğraşırdı.”

(Bizans Tarihi, Ducass, s.152)