O, göreni baştan çıkaran, dipsiz bir kuyuya benzeyen aşkında yakan bir fettan güzeldi. Ona bakan gözler ışıltısıyla kamaşır, ona dokunan eller ateşe dokunmuş gibi yanar, onu düşünen akıllar hayret denizinde boğulurdu. Bir tebessümü mutluluğun zirvelerine, bir yüz çevirişi kederin derinliklerine götürürdü.
Kimdi, nereden gelmişti, asıl maksadı neydi; kimse bilmezdi. Söylentiler dilden dile gezer, geceler boyu konuşulurdu, ama hiçbir rivayet bir diğerini tutmazdı. Çoğunluk onun hakkında soru sormayı gereksiz bulurdu. O vardı, çok güzeldi ve ötesi yoktu! Dillerdeki adı Güldünya’ydı.
Yaşı, makamı, serveti, ilmi ne olursa olsun herkes sevdalıydı ona. İnsanlar ikiye ayrılırdı: ona aşık olanlar ve ona aşık olacaklar. Onun davetkâr bir göz kırpışını görmek için hangi ünlüler beklememişti ki kapısında. Kimler onun uğruna en yakın dostuna ihanet etmemiş, şerefini ve haysiyetini ayaklar altına almamıştı ki. Nice kardeş kanı akmıştı onun için, nice ihtiyar âleme maskara olmuştu.
Cümle sevdalıları cümle muradlarını onda arardı. Ve o “Ben ne istersen oyum” diye fısıldardı her aşığının kulağına. “Ne istersen onu bulursun bende.” Neşe arayanlara şuh kahkahalarla açık-saçık fıkralar anlatır, hüzün isteyenlere şiirler okur, dertlerini unutmak isteyenleri en keskin şaraplar içirip sinesinde uyuturdu. En derin felsefî sohbetlerin de, en sefih işretlerin de konusu ve konuğu oydu.
Ama kimse doyamazdı ona. İçtikçe susatan deniz suyuna benzerdi. Yaklaştıkça uzaklaşır, el uzattıkça kaçardı. Hep karanlıkta kalan, kendini ele vermeyen bir tarafı olduğunu hissettirirdi. En çıplak halinde bile sayısız örtü ardında gizlenir gibiydi. Kendi aralarında dertleşen, onun gaddarlığından, taş kalpliliğinden, zulmünden ama yine de ne kadar cazip olduğundan dem vuran aşıkların sohbetleri aynı sözle noktalanırdı: “Onu kimse anlayamaz.”
Gerçekten de, neden her aşığını evinin en küçük odasında ağırladığını, diğer odalarda neler olduğu, adı bu kadar çıktığı halde aşıklarını neden arka kapıdan buyur ettiği bir sırdı. Bu gizemin farkına varıp da ona soranların sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi. Güldünya, onlara önce dikkatli gözlerle bakar, sonra işveli bir edayla “bırakalım şimdi bunları” diye başka bir konuya geçerdi. O edayla kendinden geçen aşıklar da konuyu unuturdu. O küçücük oda misafirlerine çok geniş gelirdi, çünkü dört bir duvarı baştan aşağı aynalarla kaplıydı. Gelenler aynalarda sevgililerini, sevgililerinde kendilerini gördükçe, darlığın farkına varmazlardı.
Herkes ayrı bir nedenle aşıktı ona. Ama her aşığının değil başkalarına, kendilerine bile itiraf edemediği ortak bir sırrı vardı. O, defterine ismini yazmaya karar verdiği her sevdalısını evinin arka kapısından içeri alır, sonra da gizli bir anlaşma yapardı.
“Kalbiniz, sadece ama sadece bana ait olacak.” derdi. “Benden başkası giremeyecek ona.”
Çoğu gönüllü razı olurdu bu köleliğe, kimi de istemeye istemeye. Onun sevdası girdi mi bir yüreğe, başka sevgiler yersiz-yurtsuz kalırdı. Ona kalbini verenler, akıllarının da başlarından gittiğini fark etmezlerdi. Onun aşkına düşenler mantığa, sağduyuya da küserdi.
Bazen cılız da olsa rivayetler dolaşırdı onun hakkında. Yaşlı ve çirkin bir cadı olduğunu söyleyenler çıkardı. Gözünü boyadığı insanlara kendini güzel gösterdiği iddia edilirdi. Pek kimse kulak vermezdi bu söylentilere. Bunu söyleyenler ya onun sırtını döndüğü eski aşıklardı, ya da yanına yaklaşamayacak kadar korkak olanlar. O yüzden, gülüp geçerdi insanlar.
Sayıları az da olsa üçüncü bir kısım insan vardı. Dışardan aklıbaşında gözükseler de, ne söyledikleri ne de yaptıkları anlaşılır değildi. Onlar da Güldünya’yı seviyor görünüyorlardı, onlar da evine ziyarete gidiyorlardı. Ama herkes gibi arka kapıdan değil, ön kapıdan! Güldünya, kapıda saygılı bir edayla karşılıyordu herbirini.
Denildiğine göre, bu insanları aynalı küçük odada fazla bekletmeden evin misafir odasına alıp orada ağırlıyordu. Çıktıklarında, herkes gibi sarhoş veya hülyalı çıkmıyorlardı evden. Aynı ciddiyetle, aynı aklıbaşında, hatta daha düşünceli tavırlarla hayatlarına devam ediyorlardı.
Çoğunluğa bakacak olursanız, Güldünya’nın hakkını vermiyorlardı onlar. Onun aşkının sarhoşluğuyla kendilerinden geçmiyorlardı. Dahası, kölesi olmuyorlardı maşuklarının.
Bu insanlar, başkalarına anlaşılmaz gelen şu sözleri söylerlerdi:
Güldünya dediğiniz bir bahane; o aslında evinin bekçisi. Kendisine emanet edilen o evin diğer odalarında onu unutturacak başka güzellikler var, ama siz farkında değilsiniz. Asıl güzellik dışında değil, içinde.
Evin asıl odasında, dünyanın en harika, en nadide ve en pahalı sanat eserleri sergileniyor. O odanın açıldığı bahçede ise çok az insan gözünün gördüğü, Babil’in asma bahçelerini gölgede bırakan, çiçekleri ve meyveli ağaçlarıyla harika bir bahçe var.
Ama ne yazık ki, siz Güldünya’ya ve küçük odanın parıltılı duvarlarına kanıyorsunuz. O odacık zindan iken size saray gibi geliyor. O odadayken aynada yansıyan kendi görüntünüzde takılıyorsunuz. Oysa asıl olan, aynaların ardındakiler. Aynalara, onların pencere olduğunu düşünerek bakın bir de; o zaman evin asıl odalarındaki güzelliklerini keşfedeceksiniz.
Onlar böyle konuşurlardı, ama dinleyenleri az oluyordu. Ve cümle aşıklar cümle muradlarını onda ararken, kulaklarına aynı cümle fısıldanıyordu:
“Ben ne isterseniz oyum; bende ne isterseniz onu görürsünüz.”