TR EN

Dil Seçin

Ara

Medeniyet Krizi Ve Üçüncü Yol

Fikir çarşısında son ekonomik krize sadece bankacılık sisteminde yaşanan bir kriz gözüyle bakılıyor. Oysa, temelde ciddi bir “medeniyet krizi” yaşıyoruz. Temel esasları çatışma ve kör rekabete dayalı kapitalizmin sürekli ötelenen problemleri, gün geldi önümüze çok büyük bir fatura koydu. Bu faturayı ödemenin yolu, artık ekonomik yapıyı temel esasları düzgün bir medeniyet anlayış ve değerleri üzerine oturtmaktan geçiyor. Ve bu üçüncü yol, sanıldığının aksine ne kapitalizm ne sosyalizm... Çok daha fazla İslâmî değerlere yakın (olmalı). Ekonomist Sami Uslu, Said Nursî’den hareketle, bu yolun detaylarını sizler için yazdı.

 

Modern ekonominin babası sayılan ve Ülkelerin Zenginliği (The Wealth of Nations) adı altında ilk iktisat kitabını yazan Adam Smith, serbest ticareti ve serbest piyasayı savundu ve liberalizmin düsturlarını ortaya koydu. Ayrıca, ticarette başlıca motivasyonun kazanç olduğunu ve bunun son derece doğal karşılanması gerektiğini ileri sürdü. Ancak ticari faaliyetlere ahlâk ilkeleri dâhilinde yürütülmesi koşuluyla kazanca cevaz verdi. Kişisel maddi yararı her şeyin fevkinde gören ve ahlâktan doğru dürüst bahsetmeye bile gerek görmeyen iktisatçılardan bir kısmı, 1980 sonrasının Nobel ödüllü ekonomistleridir.

Adam Simith, piyasalara önem vermekle beraber, ahlâki ilkelerin korunmasına özel önem atfetmiştir. Bugünkü krizin tohumları 1980’li yıllarda Milton Friedman’ın öğretisine uygun olarak, piyasaların adeta kutsanmasıyla atılmıştır. ABD Başkanı Reagan ve İngiltere Başbakanı Thatcher, Friedman’ın görüşlerini hayata geçiren liderler olmuştur. Global kriz 1987 yılında baş gösterdiğinde, FED Başkanı ve hazine bakanı, Friedman’cı bir davranış kalıbı sergileyerek, hiçbir müdahalede bulunmadılar. Özellikle, Lehman Brothers adlı uluslararası yatırım bankasının batışına seyirci kalınmasından sonra, kriz durdurulamaz noktaya ulaştı. Smith, kapitalizm kelimesini hiç kullanmamıştır.

Küresel kriz, bize ahlâki değerleri göz ardı eden hiçbir ekonomik sistem ve zihniyetin sağlıklı yürüyemeyeceği dersini veriyor. Said Nursi’nin dediği gibi, istediğiniz kadar ağır müeyyideli ve ayrıntılı yasalar çıkarın, fert kendi vicdanı tarafından sınırlandırılmıyorsa, yasalar yoluyla onu engellemek mümkün olmuyor. İşte, dünyanın en sert yasalarının yürürlükte bulunduğu ve uygulandığı ABD’de sadece mortgage işlemleriyle ilgili olarak devletin açtığı davaların sayısı 2000’i geçiyor. Büyük banka ve şirketlerin neredeyse tüm üst düzey yöneticileri savcılık tarafından sorguya çekiliyor.

Bu arada, Nursi’nin krizi doğuran temel nedenlere dair öngörüsü de aynen gerçekleşmiş durumda. Ona göre, insanları çatışmaya, huzursuzluğa sevk eden zihniyet, iki kısa sözde gizlidir. Birincisi: “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne?” İkincisi ise; “Sen çalış, ben yiyeyim”dir.

Bu sözlerin ilkinde, çiğ bir bencillik ifade ediliyor ve açların (fakirlerin) çok sayıda bulunduğu bir yerde tokların (zenginlerin) rahat edemeyeceklerini vurguluyor. Gerçek şu ki; ülke bazında ve dünya genelinde zenginler ve fakirler gittikçe sertleşen, her gün daha tehlikeli bir mücadele içindeler. Bu mücadele, bazen G-20 ülkelerini temsil eden devlet adamları arasında toplantı ve müzakereler olarak, bazen savaş alanlarında silahlı çatışma şeklinde, bazen ise kentte köyde terör olayları mahiyetinde cereyan ediyor.

Üstad’ın dikkatlerimize sunduğu ikinci sözde ise insanlar arasındaki ihtilafın diğer bir kaynağı olarak, zenginlerin bencillikte daha da ileri giderek başkalarının emeğini sömürdüğü ve böylece servetlerini katladıkları meselesine dikkat çekiliyor. Nitekim, küresel krizin aktörleri olan kişi ve onların yönettiği kuruluşlar, yaptıkları her riskli işlemi, bünyelerinde tutmayarak kendilerine kâr sağlayacak şekilde başka şirketlere sattılar. Yani, diğerleri batmış, çıkmış, çalışanları işsiz kalmış, devlet vergiden mahrum kalmış filan hiç umursamadılar.

Said Nursi’nin yazdıklarından çıkarabilecek ekonomi yaklaşımı, ne kapitalizm ne de sosyalizm olup, kendine özgü unsurlar taşır. Çünkü, sosyalizm necis (pis), kapitalizm encestir (daha da pis). Ama, bu iki rejimin kötülüklerini, yanlışlıklarını dışlar, olumlu ve doğru taraflarını sistemine dahil eder.

Üstad, kapitalizmdeki kazanç motifini kabul eder, ancak manevi değerlerin imhasına yol açan, aşırı tüketime dayalı tarafını reddeder. Sosyalizmin her şeyi devlete mal ederek insanı ve toplumu durgunlaştıran yanına karşı olmakla beraber, hiç olmazsa manevi değerlere dokunmayan uygulamasından hoşnuttur.

Ayrıca o, piyasaları reddetmez, ama toplumu piyasalara teslim de etmez. Helâl kazanç kavramı iş hayatında kendiliğinden kontrol sağlar. Toplumda sosyal sınıflar bulunduğu gerçeğini yadsımaz. O kadar ki, Marksistler gibi, dünyadaki mücadelenin emek ile sermaye arasındaki zıtlıktan ileri geldiğini söyler. Ama, onun çözümü işçilerin ayaklanması ve hayali bir sınıfsız toplum değildir. O, faiz yerine zekât ve sadakayı ikame ederek, sınıflar arasında köprü kurar. Sadaka sayesinde fakir, zenginin servetine göz koymaz, zengin de gönül huzuru içinde yaşar. Sadaka müessesesi, gelir dağılımındaki eşitsizliği yumuşatır; faizin olmadığı bir düzende, zekât, sadaka ve karz-ı hasene, servetin mahdut ellerde aşırı birikimini engeller, toplumsal barışı olanaklı kılar. Onun iktisadi düzeni hem canlıdır, dinamiktir; hem de İslâmî değerlere saygılıdır, o değerlerle beraber yürür.

Onun görüşüne göre, ekonomik sektörler, dinamik, gerçek anlamda beşerî faaliyetler olan ‘ticaret, sanayi ve tarımdır.’ Sanayi, ham maddenin mamul madde haline getirilmesidir ve ham madde kaynaklarının önemli bir bölümü madenler olduğuna göre, sanayinin madenciliği de kapsadığı sonucuna varabiliriz.

Son senelere kadar adeta banal bir iş olarak görülen tarımın ise insanlık için en anlamlı, en hayatî sektör olduğu artık Batı dünyasında genel kabul görüyor. Geleneksel iktisat, geçimlik ziraatı aşağılayarak ve tarımı tamamen ticaretleştirerek kıtlığa yol açtı. Şuursuz bir verimlilik tutkusuyla, aşırı ilaçlama, hormonlamayla meyveyi, sebzeyi hastalık saçar hale getirdi. İşlenmiş tarım ürünleri yaftası altında, tarım maddelerinde doğallığı ortadan kaldırarak herkesi kanserojen maddeler yemeye mecbur etti.

Ticaretin faziletleri saymakla bitmez; dünyanın en ücra köşesindeki nimetler, ticaret sayesinde ayağımıza kadar ulaşır. Ticaret ile sanayi ve tarım birbirini karşılıklı bir etkileşim içinde destekler ve geliştirir.

Bankacılık ve bankacılık benzeri uğraşlardan ise uzak durulmalıdır; çünkü bankacılık, hakiki değer oluşturmaz, para ticaretidir. Son yıllarda bankacılık gerçek muameleleri bırakıp, türev ürünler icat etmiş, bu konuda her türlü aşırılığı göstererek, türevin de türevini yaparak pazarlamıştır. Başlangıçta hedging (risk savma) amaçlı olarak kurgulanan bir çok enstrüman, sonraları tamamen spekülatif mahiyete dönüşmüş, banka ve finans dünyası spekülasyon ve dolayısıyla risk doğuran işlemlerin kaynaklığını ve dağıtımını yapar hale gelmiştir. Menkul kıymetleştirme (securitisation) tekniğiyle her türlü alacak menkul kıymete bağlanarak, diğer finans kurumları ve ülkelerin merkez bankalarına satılmış, bulaştırılmış, bu belgelerin vadeli olması nedeniyle riskler geleceğe taşınmıştır.

Banka, kaynağını toplumdan sağlamasına rağmen, bu kaynağın dağılımında toplum yararını hiç gözetmez. Bu sebeple gelir dağılımındaki adaletsizliği körükler. Kapitalist düzende, banka sistem gereği kaynağı elinde tuttuğu için sanayi, tarım ve sair tüm iş kollarına egemen olmuştur.

Bankacılıktan doğan küresel krizin bugünkü aşamasında, bazı devletlerin batacağı, dünyada yeni ve büyük bir savaşın patlak vereceği söyleniyor. ABD ve Avrupa anlaşmazlığa düşüyor, Avrupa Birliği içinde ihtilaflar baş gösteriyor. ABD, Avrupa ve Türkiye’de işsizlikte rekorlar kırıldı. Ülkemizde işsizlik oranı %16,5 düzeyine, işsizlerin sayısı 3.800.000 rakamına çıktı. Üstadın, “Kavga kapısını kapatmak için, banka kapısını kapat,” sözü, mucizevi bir öngörü halinde karşımızda duruyor.

Her türlüsü haram olan, insanları ve halkları birbirine düşman eden faizin yerini, fakirle zengini dost eden, sınıf çatışmasını önleyen zekât ve sadaka almalıdır. İktisadın hem öznesi, hem de hedefi konumundaki insan, asla israf etmemeli, kanaatkâr olmalıdır; o helâl kazanç için çalışır, fakat hırsa kapılmaz. Böylece aşırı hırsın doğuracağı kötü sonuçlardan korunmuş olur.

Sadede gelirsek, Batı bir medeniyet krizi yaşıyor. İslâm dünyasının basiretli davranması halinde, bu kriz insanlığı Bediüzzaman’ın ayrıntılarına kadar kurguladığı üçüncü yola ulaştırabilir.