TR EN

Dil Seçin

Ara

Batı Gençliği Ve İhlâs

Yıllar önce, Almanya’da bir dostumu ziyaret etmiştim. Kendisi doktora yapmak üzere bu ülkeye gelmişti. Kendisinden birbiriyle yakından ilgili iki önemli haber almıştım:

Birincisi; doktora yaptığı üniversitede yapılan bir ankette, öğrencilerin yüzde doksanının ateist oldukları sonucunun çıkması.

Dostum bu acı haberi verirken bir noktanın da altını önemle çizmişti:

Bu gençler, tahrif edilmiş İncil ile ve kilisede verilen dinî bilgilerle tatmin olamadıkları için dinden kopuyorlar. Şu var ki, bunlar ne din düşmanı oluyorlar; ne de vatan haini. Sadece, kendi ifadeleriyle “metafizik konulara ilgi duymadan” yaşıyor, dünyaya ölesiye dalıyor, sefahat bataklığında bocalıyor, iman boşluklarını eğlence ile, içki ile ve daha kötüsü uyuşturucu ile kapatmaya çalıyorlar.

Dostumun verdiği ikinci haber hem ilginç hem de ümit vericiydi: “Papazlar arasında tevhit inancı hızla yayılıyor.”

Demek oluyor ki, üç ilah safsatası artık papazları da tatmin etmiyor. Bu tatminsizlik gençlik bazında çok daha büyük bir orana varıyor ve onları düşünmeden yaşamaya, adeta, mecbur ediyor.

Bu gençler kendilerine uzanacak bir yardım elini hasretle bekliyorlar. Bu el, onları öncelikle üç ilah safsatasından kurtarıp tevhit inancına kavuşturacak, onlara hayatın gayesini öğretecek, ölümle başlayan ebedî yolculuğun güzergâhını gösterecek ve ileride iki kola ayrılan bu yolculukta akıbetlerinin “saadet” olması için neler yapmaları gerektiğini ders verecektir.

Tevhidin, en veciz ve en kuvvetli dersi İhlâs Suresi’ndedir.

Âlimlerimiz surede geçen “Doğurmadı ve doğurulmadı” hükmünü tefsir ederken “doğuran ve doğurulanlar, eşi ve benzeri olanlar ilah olamazlar” şeklinde bir işarî manaya dikkat çekerler. Hz. Meryem’in de Hz. İsa’nın da ilah olamayacakları bu ayetle bütün Hıristiyan âlemine en güzel şekilde ders verilmiştir.

Lemaât adlı eserde “Ve lem yuled” (doğurulmadı) ibaresi hakkında şu açıklama getirilir:

“Yani, ya müddeten hadis ise, ya maddeden tevellüd, ya bir asıldın munfasıl olsa, elbette olmaz şu kâinata penah.”

Burada “doğurma” ifadesi çok geniş bir çerçevede ele alınmıştır. Hz. Meryem ve Hz. İsa gibi, biri doğan, diğeri doğuran iki varlığa ilahlık isnat edildiği taktirde, bu yanlış telakki burada kalmaz, bütün varlık âlemine dal budak salar:

Buluttan doğan yağmur, denizden doğan balık, ağaçtan doğan meyve, topraktan doğan ağaç, güneşten ayrılan gezegenler, örnekleri artırabiliriz.

Doğanlar ve doğuranlar ilah olsalardı, bütün bu varlıkların da ilah olmaları gerekirdi. O taktirde etrafımızda kaynaşan bütün varlıklar hep ilah olurlardı. Hepsi ilah olunca da ortada mahluk kalmazdı. Bunların hepsi “maddeden tevellüd, ya bir asıldan münfasıl”dırlar. Yani bu maddi varlıklar, yine maddi olan varlıklardan doğmuşlar, o asıllardan ayrılmış, çoğalmışlardır.

Bütün bu varlıklar, aynı zamanda “müddeten hadis”tirler. Yani, zaman itibariyle sonradan ortaya çıkmışlardır. Dünyaya gelmelerinden bir müddet önce yoklukta idiler. Onları yokluktan varlığa kim getirdi ise ilah ancak O’dur.

Batı gençliğinin dikkat ve insafla değerlendirmeleri gereken çok önemli bir ayet-i kerime de şudur:

“Meryem oğlu Mesih sadece bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Onun annesi dürüst ve inançlı bir kadındır. İkisi de yeyip içen birer insandı. Bak, ayetleri onlara nasıl açıklıyoruz, sonra bak nasıl saptırılıyorlar.” (Mâide Suresi, 75)

Bütün peygamberler, âlemlerin Rabbi olan Allah’ı, bu âlemlerden süzülmüş en mükemmel meyve olan insanoğluna tanıtmak üzere gönderilmişlerdir. Bunlardan birisi de Hz. İsa’dır.

Ayet-i kerimede bu hatırlatma yapıldıktan sonra, Hz. Meryem’in de, Hz. İsa’nın da yemek yediklerine vurgu yapılır.

Bu hatırlatmada, o günün Hıristiyanlarına büyük bir ders veriliyordu: Onların her ikisi de gıdaya muhtaç idiler, muhtaç olan ise ilah olamazdı. Yine her ikisi de kâinatın mahsullerini yiyorlardı. Kâinata muhtaç olan bu kişilerin “kâinatın yaratıcısı” olmaları nasıl düşünülebilirdi?!..

Öte yandan, kâinat onlardan önce de vardı. Ve yine onlardan önce de resuller gelmişti. Bu peygamberleri kim göndermişti? Onlara indirilen kitaplar ve suhuflar kimindi? O dönemlerin âlemlerini kim yaratmıştı? O devirlerin insanlarını, hayvanlarını, bitkilerini yaratan kimdi? Her halde Hz. Meryem ve oğlu İsa (a.s.) değillerdi.

Maziye nüfuz edemeyen bu iki seçkin kulun istikbal hakkında da hiçbir tasarrufları olamazdı. Ayetlerde verilen önemli bir mesaj da Hz. Meryem’in “sıddıka” olduğu, yani doğruluktan ayrılmayan, sıddıkiyet makamında tertemiz ve üstün bir insan olduğudur.

Kur’an-ı Kerim’de sırat-ı müstakimde gidenler tarif edilirken, sırayla, peygamberler, sıddıklar, şüheda ve salihler zikredilirler. Peygamberlerden sonra en üstün insanlar sıddıklardır. İşte Hz. Meryem de doğruluk ve sadakat ehli olan bu seçkin zevat içinde yer almış müstesna bir hanımdır.

Hz. Meryem’e iftira atan Yahudilere karşı Kur’an-ı Kerim onun gerçek mahiyetini böylece ortaya koymuş ve müdafaasında bulunmuştur. Bu ise Kur’an’ın Allah kelâmı olduğunun apayrı bir delilidir. Aksi düşünülemez. Zira Peygamber Efendimize (a.s.m.) karşı çıkan iki ehl-i kitap grubundan birisi diğerinin aleyhinde çalışırken ve iftiralar atarken, Kur’an-ı Kerim o iftira edilenin müdafaasını üstlenmekle, hem Hz. Meryem’i ve Hz. İsa’yı lâyık oldukları makamlara oturtmuş, hem de Peygamber Efendimizin (a.s.m.) risaletini bütün Hıristiyan âlemine şöylece göstermiştir:

“Sizin rakibiniz sizi müdafaa ediyor. Siz Ona karşı çıkarken O size yapılan hücumlara karşı koyuyor. O, Allah’ın elçisi olmasa hiç böyle yapar mıydı? Düşmanlarının birbirlerine karşı çıkmalarından memnun olması, bu hücumları desteklemesi gerekmez miydi?”

Öte yandan, aynı mana, Allah Kelamında farklı biçimlerde defalarca nazara verilmektedir. Miraçtan ilahi bir hediye olarak gelen ayetler de (Bakara Suresinin son iki ayeti) bu noktada çok önemlidir.

Bu ayetlerde Allah Resulü’nün kendisine indirilenlerin tümüne iman ettiği, bütün müminlerin de bu yolda gittikleri nazara verilir.

“Onların (müminlerin) hepsi Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. ‘Biz Allah’ın peygamberlerinden hiçbirinin arasını ayırmayız. Dinledik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, mağfiretini niyaz ederiz. Bizi bağışla. Son varışımız ancak sanadır,’ dediler.” (Bakara Suresi, 285)

Bilindiği gibi iman tecezzi kabul etmez. Yani imanın altı rüknü bir bütündür, birine bile inanmamak insanı küfre götürür.

İman tecezzi kabul etmeyeceği gibi, rükünleri de tecezzi kabul etmezler. Yani, peygamberlerden, yahut kitaplardan birisine bile iman etmeyen kimse mümin olamaz.

Bu hükümler, bir hikmet ve ibret tablosu olarak bütün insanlık aleminin önünde bulunuyor. Bir Hıristiyan’ın bu tabloyu iyi değerlendirip şöyle düşünmesi gerekmiyor mu?

“Ben İslâm dinine karşı çıkıyorum. Ama İslâm dininde benim peygamberime inanmayan bir kişi mümin olamıyor. Bu din İlahi olmasa, böyle bir hükme nasıl yer verir?”

Bugün batı dünyası bu değerlendirmeyi insafla yapamıyorsa, daha önce de belirttiğim gibi, dinlerinin kendilerini tatmin etmemesinin bir sonucu olarak, din konusunda “düşünmeden yaşama” yoluna girdiklerindendir. Onların dikkatini çekmenin bir tek yolu vardır. O da İslam’ın güzelliklerini hayatıyla sergileyen örnek Müslümanların çoğalmasıdır.