TR EN

Dil Seçin

Ara

Batı Ve İslâm, Medeniyetler Çatışması mı Yaşıyor? / Röportaj

Senai Demirci: Batı düşüncesinin hassas terazileri olmadığı için insanlık-dışı düzlem”e koyduğu İslâm’ın, esasında, insanlık düzlemini de içine alan büyük insanlık düzlemi”ne ait olduğunu belirtmek isterim.”

 

Soğuk Savaş döneminin ardından Batı dünyası rakibini yeşil kuşak”, yani İslâm dünyası olarak tanımladı. 11 Eylül Olayı’ndan çok önce, bu tanım yapılmış, akademisyenler meseleyi medeniyetler çatışması”na bile getirip dayandırmışlardı. 11 Eylül, bu hazırlanmışlığa çok önemli görünür bir gerekçe sağladı sadece. Önceleri sessizce yan yana getirilen “İslâm=şiddet=terör” eşleştirmeleri, bu olayla birlikte birden en ön sıraya oturtulup bunun üzerinden apar topar küresel bir siyaset üretildi. O dönemde George Bushun Küresel teröre karşı ya bizdensiniz, ya onlardan” sözü bu siyasetin hayata geçirilişinin ifadesiydi. İlk başta kaba kuvvet anlayışı üzerinden yürüyen bu süreç, bugünlerde özellikle Papa Benedictin İslâm’ı şiddet dini olarak tanımlayan konuşmasıyla birlikte, yeni bir evreye sokuluyor gibi görünüyor. Türk medyasına pek yansımasa da, ABD ve Avrupada, Müslümanların ilişkili olduğu düşünülen şiddetin, aslında İslâmdan, Kur’ândan ve Peygamberinden (asm) kaynaklandığı düşünceleri sıklıkla ifade edilir olmaya başladı. Bunu o kadar ileri götüren yazarlar var ki, yazısına Kur’ândan şiddet âyetleri çıkarılmalı!” başlığını dahi atabiliyor. İslâmda cihad anlayışı, irtidat suçuna ölüm cezası, kadınlara tanınan hukuk kıyasıya eleştiriliyor. Açıkçası, Batı dünyası 11 Eylülde askerî harekat olarak başladığı İslâm dünyasına yönelik saldırısını, bir medeniyet ve din saldırısına da dönüştürmeye başladı. Biz de bu yeni gelişmeyi bütün bir çerçevede ele almasak da, İslâma yönelen kitabî saldırıların bazı nirengi noktalarını Senai Demirci ile konuştuk.

 

Önce 11 Eylülden başlayalım. Bu olay öyle bir şoka soktu ki bizi ne olup bittiğini yeni yeni anlamaya başlıyoruz. Siz nasıl görüyorsunuz bu olayı?

11 Eylül, oluşu itibariyle bir komplodur ya da değildir, onu bilemem. Ama sonuçları itibariyle komplodur. Komployu 11 Eylül’ün öncesinde değil, sonrasında aramak lâzım. Bu komplonun hedefi, 11 Eylül fotoğrafını zihinlere kazımaktı. Bugün bunun büyük oranda başarıldığını görüyoruz. Bu komplo, İslâm’ı hiç olmadığı kadar ötekileştirdi. İslâm müslümanlara indirgendiği gibi, müslümanlar teröriste, terörist de El-Kaide ve Üsame Bin Ladine indirgendi. Sonuç itibariyle bugün İslâm deyince küresel ölçekte El-Kaide anlaşılıyorsa, 11 Eylül komplosu hedefine ulaşmış demektir. 11 Eylül’ün bombalı, uçaklı, gökdelenli, kırmızılı görüntüsü, hakikatin üzerine kara bir örtü olarak inmiş durumdadır. Bundan sonra yeni bir sayfa açabilmek için, bu kalın kumaştan dikilmiş örtünün yırtılması gerekecektir. Burada “örtü” anlamını, olayın yaşanışına değil, sonrasındaki kullanılış biçimine atfettiğimi hatırlatırım.

 

Öyleyse, dünya küresel ölçekte 11 Eylül fazında yaşıyor şu anda...

Aslında sevgililer günü gibi senenin sadece 11 Eylül gününde kalsaydı hiçbir problem olmazdı. Ama 11 Eylül’ün ürettiği korku, senenin 365 günü yaşanıyor ve yaşatılıyor. İlginçtir, bir adamın Danıştay binasına girip silah sıkması, rejimin 11 Eylül’ü” olarak isimlendiriliyorsa, 11 Eylül görüntüsünü üretenler hedeflerine ulaşmışlar demektir. Açıkçası, bu olay, Müslümanların sürekli suçluluk duygusu hissetmesine yol açmıştır. Bir çocuğun utandırılıp sindirilmesi gibi, Müslümanların özgürlüğü ve davranış serbestliği ellerinden alınmıştır, alınmaya çalışılmaktadır. Âdeta yüz kızartıcı suç” kapsamında sürekli açık bekletilen bir dosyaya dönüştü 11 Eylül.

 

Peki bu komplonun günümüzde almaya başladığı kitabî saldırı tarzı için ne diyorsunuz?

Doğrudur, Müslümanlara karşı çıkış, eylemsel olmaktan, kuramsal olmaya doğru dönüştü. Eylemsel olan, terörizm ve terör örgütleri üzerinden cereyan etti. Tabiatı icabı, mekan ve zamanla sınırlıdır bu. Orantısız güç kullanımı nedeniyle de eleştiriye her zaman açıktır.

Fakat, kuramsal saldırı ve kuşatma çabası kalıcıdır, sınırsızdır, evrenseldir ve eleştiriye daha bağışıktır. Örneğin, bütün dünyada Kur’ânda geçtiği bilinen cihad” kelimesi, sadece kutsal savaş” anlamıyla aksettirildiği vakit, Kur’ân ve Peygamberin insanın kendi içsel dürtüleriyle mücadele etmelerini söylediği ve asıl büyük cihad” olarak bunu tanımladığı gerçeği anlatılabilir olmaktan çıkıyor.

Tabi, Batının güç mantığına uygun uygulamaları” da bunu besliyor. İşin kötü tarafı, başta ABD olmak üzere ona destek olanların saldırıları, İslâm dünyasında da büyük cihad”ı unutturuyor. Bugün Filistinde ya da Bağdatta Asıl cihad, nefsinle olandır.” ifadesi, lüks olarak görülebilir oranın halkı tarafından. O sıkışıklıkta, o can pazarında böyle bir inceliği beslemek, hayli zor bir şey. İkincisi, savaş olmasa bile İslâm dünyasının son iki üç yüzyıldır maruz kaldığı sömürgecilik ve onun dayattığı modern bakış açısının (milliyetçiliğin) yol açtığı yozlaşma ve ona eşlik eden yoksulluk ve cahillik, teorik bir derinliği büyütmenin önünde büyük bir engel durumunda.

Bir de hiç kuşkusuz büyük cihad, küçük cihad gibi gösterilebilir bir şey değil. Örneğin, büyük cihadı Üsame Bin Ladin üzerinden anlatamazsınız. Öte taraftan, Batılı düşünce yapısı, insanın kendi vicdanıyla hesaplaşması üzerinden yürüyen büyük cihad”ı tartabilecek bir teraziye sahip değildir. Söz gelimi, hiçbir kişisel gelişim kitabında vicdan” kelimesi geçmez. Batının bütün gelişim teorileri vicdan”sızdır. 

 

Ama bilinç” kelimesi geçiyor. Bilinci, vicdan olarak düşünemez miyiz?

Bilinç, bana, daha seküler, daha teknik geliyor. Bilinç, insanı eşyanın üzerinde özne yapıyor. Bilinç, kişiyi aşmaz. Vicdanın sana hesap sorabilir, ama bilincin sana hesap sormaz. Biz bilincin öznesi, ama vicdanın nesnesiyiz. Vicdan, bizim içimizde, ama bize bizim heveslerimize, hırslarımıza rağmen varolan bir referanstır. Bizi, bizim ötemize taşır, ötemizden bize haber getirir. Ne, nasıl?” ile ilgilenen Batılı bilinç anlayışına karşılık; vicdan, kişinin kendisini Rabbiyle ilişkilendirmesinin vadisidir. Dolayısıyla, Batı dünyasında kişinin kendi içinde kendisini hesaba çekebilecek bir referans olmadığı için, cihadı tamamen eylemsel boyutta, dışa yönelik olarak ölçüp biçmeleri beklenebilir bir şeydir.

 

O halde cihadı bu şekilde yorumlayan için, genel olarak müslümanlığı anlamak ve yorumlamak da zorlaşmıyor mu?

Burada ilginç bir müşteşrik oyunu” söz konusu bence. Meselâ, müşteşrikler uzunca bir süre İslâm’ı, İslâm kelimesiyle değil, Muhammedçilik (Muhammadanizm) olarak tanımlamışlardır. İslâm, İsevilik (İsa) ve Museviliğin (Musa) aksine, bir kişi üzerinden isim almış değildir, İslâm olarak tanımlanmıştır.

Ama onlar, özellikle Muhammed ismi üzerinden giderek, İslâm’ı tarihselleştirmeye, yöreselleştirmeye ve kişi merkezli bir din gibi göstererek taraflaştırmaya çalışıyorlar. Yani, müslüman olmak eşittir Muhammedden (asm) yana olmak” olarak anlaşılıyor. Daha sonra da müslüman olmak eşittir Muhammedden (asm) yana olanlardan yana olmak” hâlini alıyor.

Bu durumda İslâm ve müslümanlar tanımlanan;” kendileri de tanımlayan” olmuş oluyor. Tanımlayan, tanımlananın üzerinde her zaman hâkimiyet sahibidir. Oysa İslâm deyince, teslimiyetten bahsediyor olmalıyız. Teslimiyet, kişinin kendisini içe doğru inşasıdır. Taraftarlık ise kişinin kendisini karşıtlar üzerinden tanımlamasıdır. 11 Eylül de bu bakışın izlerini taşıyor, İslâm’ı karşıtlaştırıyor ve aynı zamanda karşıtlıklar üzerinden inşa edip sığlaştırmaya çalışıyor. Bu aslında bir tür göreceleştirmedir ve sonucu, müslümanlığın otantik hâliyle anlaşılamamasıdır.

 

Bu anlattıklarınızdan, Batı düşüncesi” ile İslâm düşüncesi” arasında temel farklar olduğu anlaşılıyor. Cihad tartışmalarında da görüldüğü gibi, Batı düşüncesi kendisini insanlık düzlemi”ne; İslâm düşüncesini ise, insanlık-dışı düzlem”e koyuyor. Peki burada Batılıların kaçırdığı nokta ne?

Müslümanların da, Batılıların da kaçırdığı nokta ortak. Biz Müslümanlar olarak mükemmeliz de, Batılılar bizi anlamıyor.” diye bir şey söyleyemeyiz. Keşke İslâm sadece Batılılar anlamak istemediği için yanlış anlaşılıyor olsa idi! Fakat vakıa şu ki, İslâm’ı doğru anlamaya niyetli Batılılar bile, bizde yanlış ve eksik temsiller görebiliyor. Meselâ, İslâm şiddet dini midir? Hayır. Peki, Müslümanlar şiddet yanlısı mıdır? Şiddet yanlısı olan müslümanlar vardır. Çünkü, şiddet yanlısı olacak kadar hayat hakkı elinden alınmış Müslümanlar vardır. Bu şiddetin temelinde, yaşadıkları şartlara göre son derece doğallıkla anlaşılabilecek bir insan psikodinamiği yatmaktadır. Bunun İslâmî metinlerden hareketle üretildiği söylenemez. Bu, modern dünyanın ve onun bakış açısının ürettiği gerçek hayat durumlarıdır.

Bu notu düştükten sonra, Batı düşüncesinin hassas terazileri olmadığı için insanlık-dışı düzlem”e koyduğu İslâm’ın, esasında, insanlık düzlemini de içine alan büyük insanlık düzlemi”nde olduğunu belirtmek gerekir. Batı dünyası, ancak din Allah’ın oluncaya kadar...” ayetini algılayabildikten sonra, kutsal savaş anlamındaki cihadın ganimet ve toprak kazanmak için yapılmadığını, ondan çok daha büyük bir gaye için, dini Allah’ın kılmak” için yapıldığını idrak edebilir. O noktaya gelene kadar da, cihad onlara en hafif deyişle, “şiddet düşkünlüğü” olarak gözükmeye devam edecektir.

 

Peki Batı düşüncesi ile İslâm düşüncesi arasındaki bu temel farklılığı tam olarak nasıl anlamak lâzım?

Müslümanların birincil hareket alanı, kul-rab ekseni”dir. Kul-kul ekseni, kul-rab ekseninin sonucunda belirlenir. Birincisi yatay, ikincisi dikeydir. Dikey olan eksende insan kendisini sürekli yeniler ve tazeler; Rabbiyle ilişkisinin derinliğinde son yoktur, içtenliğine de sınır yoktur.

Burada temel soru şudur: Biz ibadetimizi ve yaşantımızı Allah’ın kabul edebilirliği üzerinden mi geliştiriyoruz, yoksa aklımızın ya da kamuoyunun kabul edebilirliği üzerinden mi yürütüyoruz?”

Din Allah’ın oluncaya kadar” anlamındaki cihad, kişinin kendisini bütünüyle Rabbine teslim etme çabası demektir. Bu da, içeride/enfüste olup biter. Gerektiği hâllerde de, dışa yansır. Dışarıya taşıp kılıç kullansak bile, cihadda kılıcı birine düşmanlık üzerinden sallamayız. O Rabbe itaat üzerinden sallanır. Batının anlayamayacağı da budur.

Ayrıca, iki noktayı hatırlamakta fayda var: Birincisi, cihadın ilk anlamı kişinin kendi nefsiyle yaptığı mücadaledir; ikincisi, cihad iman etmekten, hicret etmekten sonra gelen çözümdür. Yani, Müslümanlar inançlarını serbestçe yaşayamadıkları yerde öncelikle hicret etmekle mükelleftirler, savaşmakla değil! Dolayısıyla cihadın önemli bir nedeni, özgürlüktür diyebiliriz.

İslâm düşüncesindeki bu aşkın boyutu, cihad bağlamında, Hz. Peygamberin (asm) çevre ülkelerin hükümdarlarına gönderdiği mektuplarda da görmemiz mümkündür. Bu mektuplarda, Hz. Peygamber, meâlen, Ey hükümdar! Ben senin krallığınla ilgilenmiyorum. Otoriten için bir tehdit olmak niyetim de yok. Kral olarak kalmak istiyorsan, kal. Fakat, halkına seçenek olarak bu dini (İslâm’ı) sunmakla görevlisin. Onların hakikati duymalarının önünde engel olamazsın.”

Burada görüldüğü gibi, İslâm hakikat temelli bir hak dine yaraşır biçimde, söylemini Allah katında oluşturur. Daha doğru bir ifadeyle, Allah’ın buyruklarına göre düşünür ve hareket eder. Salih bir Müslümanın yaşamı da bu çerçevede kuruludur.

O bakımdan, Batı dünyasının son zamanlarda (haşa!) Rabsiz ve öte dünyasız sadece bu dünya hayatı çerçevesinde ve sadece insanlık düzleminde kurduğu medeniyet anlayışını, İslâm dünyasına da teşmil etme çabaları karşısında hiç olmazsa biz Müslümanlar dikkatli ve uyanık olmak durumundayız.

Yakın gelecekte daha da yoğunlaşacak gibi gözüken İslâma ve Onun şanlı Peygamberine (asm) yönelik kitabî ve tarihî saldırılara karşı, Hak Dinin hakiki bilgilerini ve yorumlarını önce kendimiz çok iyi idrak edip, sonra bunu Batı dünyasına en beliğ surette aktarmamız gerektiğini düşünüyorum.