Osmanlıyı Yanlış Anlama Modası
Karadeniz’de eskiden kışın atlarla kovalarlarmış kurtları. Kurt kendisini takip edenleri görebilmek için başı yana dönük koşarmış.
Kilometrelerce süren bu koşu sonunda boynu donan kurt, avcının ters yöne geçmesiyle boynunu çeviremez ve kolayca kurşunlara yem olurmuş. Tarihçiliğimiz de biraz buna benziyor. Nice zamandır düşman korkusuyla tek yöne bakarak koşan tarihçiliğimiz, şimdi donmuş başını öbür yana çevirmekte zorlanıyor.
Mesela Prof. Faruk Sümer “Oğuzlar” adlı kitabında şu satırları yazabilmişti: “Osmanlı son asırlara kadar Anadolu’nun insanını ve servetini görülmemiş bir israfla harcamış fakat ona hiçbir şey vermemiştir. Bu yüzden Anadolu Türkleri yoksul ve geri kalmış bir cemiyet, Anadolu da harap bir memleket haline gelmiştir.”
El-insaf! İnsan Osmanlı mülküyle bütünleşmeden önce Anadolu’nun ne halde olduğuna bakar da biraz düşünür. Erzurum Osmanlılar tarafından fethedildiği zaman sadece 21 ailenin yaşadığı sefil bir köye dönmüştü de, Kanuni orayı ‘kilid-i mülk-i İslam’ (İslam toprağının kilidi) kılmak için tayin ettiği valileri şehre yatırım yapmaya teşvik etmişti. Ya Diyarbakır? Osmanlı yatırımları Diyarbakır’ı yeniden ayağa kaldırmış, hele Arap yarımadası önüne açılınca bölgenin incisi olarak yıldızı nasıl da parlamıştı! Osmanlılar zamanında İzmir’e tam 40 tane medrese, 60 tane han inşa edildiğini biliyor muyuz da, Anadolu’ya yatırım yapmadı diyebiliyoruz?
Gördüğünüz gibi gerek Osmanlı tarihi, gerekse yakın tarih üzerindeki kara bulutları dağıtmak için daha çok çalışmamız gerekiyor. Yolumuz uzun, anlayacağınız. Neredeyse yüz yıldır içine itildiğimiz cehalet çukurunu doldurup çıkmak tabiatıyla biraz zaman alacak.
(Mustafa Armağan)
***
Yitirilen Cennet’e Yolculuk
İnsanlar hem bireysel, hem de toplumsal olarak, ilk atalarının yitirdikleri Cennet’i bulmak için, zamanda uzun bir yolculuğa çıkmış, büyük bir kervana benzerler.
Yitirilen Cennet’te başlayan zaman, Cennet bulunduğunda, ömrünü tamamlayacaktır. Zamanda yolculuk, Cennet’e yolculuktur.
Zamanda yapılan yolculukta, seküler kültür yitirilen Cennet’i yeryüzünde ararken, kutsal kültür gökyüzünde arar. “Yalnızca bir dünya vardır.” diyen Ademoğullarıyla, “Birbirinden ayrılmaz iki dünya vardır.” diyen Ademoğulları, birbirleriyle yarışıyorlar.
Bir kesim Cennet’in ışığını dünyaya taşımaya çalışırken, diğer kesim de, Cehennem’in ateşiyle dünyayı savaş alanına çevirmek için, elinden geleni yapıyor.
Yirmi birinci yüzyılın bir ateş değil de, bir ışık yüzyılı olabilmesi için, bütün insanlığın kutsal kültürle bağlarını güçlendirmesi gerekir.
(Nazif Gürdoğan)
***
Yazıda Akıcılık
Yazmak için; bilmek, söyleyecek bir şeyi olmak lazımdır. Yazının ilk temel şartı budur. Bunun için de dolmak ve olmak lazımdır. Fikir, bilgi ve tecrübe biriktirmek lazımdır; en azından yazı yazdığınız sahada.
Yazının diğer bir temel şartının ihlas ve içtenlik olduğuna şüphe yoktur. Samimiyet, kelamın en has özelliğidir. Kalpten gelmeyen fikirler ve beyanlar etkili bir mevcudiyet kazanamazlar.
Güçlü ve sağlam yazının ehemmiyetli başka bir vasfı da, “akıcılık”tır. Eskilerin “selaset” dediği şeydir. Akıcılığın iki çeşiti vardır: birisi fikirde, yani manada akıcılık, diğeri de söyleyişte, telaffuzda akıcılık.
Anlamda akıcılığın anlamı, paragraflarda ve sayfalarda ifade edilen fikirlerin ve duyguların birbiri ile uyuşarak yürümesi ve gelişmesidir. Zihniniz, fikirleri takip ederken bir engele, bir pürüze takılmamalıdır.
Pürüz dediğimiz şey ya bir anlam karışıklığıdır, yahut ta, bir fikrin kendinden evvelki veya sonraki fikirle uyuşamamasıdır. Fikir akıcılığı bulunmayan bir yazıyı okurken kendinizi iri taşlarla dolu bir tarlada yürüyor gibi hissedersiniz.
(Osman Akkuşak)
***
‘Allah’ lafzı celalindeki mucize
Time Turk’te yer alan bir habere göre, Arap dili ve edebiyatı üzerine araştırma yapan İspanyol asıllı Hıristiyan bir öğrenci ‘Allah’ lafzı üzerine yaptığı bir araştırmada çok çarpıcı sonuçlara ulaşmış.
Leyla Ebumellal’ın haberinde, Ürdün’ün Yermuk Üniversitesi’nde Arap Dili ve Edebiyatı bölümünde yüksek lisans öğrencisi olan, İspanyol bir genç kızın, ‘Allah’ lafzının ses mahreci ve dilsel yönü üzerinden yaptığı tez çalışmasında çok çarpıcı sonuçlara ulaştığı yazıyor.
İspanyol kız, ‘Allah’ lafzının bir mucize olduğunu söylemiş. İspanyol bir Hıristiyan olmasına karşın fasih Arapça konuşabilen Helen’in söylediği tam olarak şu: ‘Arapça’da okuduğum en güzel isim ‘Allah’ lafzıdır’. Sadece O’nun (subhanehu ve teala) isminin insan diliyle söylenmesinde eşsiz bir nağme vardır.
Çünkü isminin harflerinin oluşumu diğer isimlerin hepsinden farklı. Söylenişi dudaklardan değil karından gelerek tüm bedene titreşim yaymaktadır. ‘Allah’ lafzı, noktalardan yoksun olması nedeniyle dudaklardan çıkmaz.’
Bölüm hocasını açıklama ve analiziyle aciz bırakan İspanyol öğrenci şöyle devam etmiş; ‘Allah lafzı, isminin mucizelerinden biridir. Harfleri ne kadar eksilirse eksilsin isim herhangi bir değişikliğe uğramadan olduğu gibi kalır. Bilindiği gibi ‘Allah’ lafzının son harfi damme hareketiyle şekillendirilmektedir. (Allahu)
Gerçekten bu haber bizleri son derece memnun etti. Kur’an’ın sadece manasının değil aynı zamanda lafzının ilahi olduğunu ortaya koyan güzel bir delil bu.
Bu delili, geliştirmek de mümkün ayrıca. Örneğin, Elmalılı Hamdi Yazır, tefsirinde, ‘bismillahirrahmanirrahim’in de son derece manidar bir lafız ve fonetiğe sahip olduğunu ortaya koyar. Zira bu söz, dudakta başlar, boğazdan diyaframa tüm vücudu son derece ölçülü bir nağmeyle dolaştıktan sonra, yine dudakta biter.