TR EN

Dil Seçin

Ara

Ağustos Böceğine Geç Kalmış Bir Mektup

Merhaba Sevgili Ağustos Böceği,

Sonunda sana mektup yazma vakti geldi. Vallahi içimde büyük bir dertti. Dostum, ben de pek çokları gibi seni; tembel, uyuşuk, işe yaramaz, keyfine düşkün ve gürültücü bir kimse olarak biliyordum. Ama kabahat bütün bütün bende değil! Ah o La Fontaine yok mu?

Neymiş efendim! Güya karınca, kan ter içinde çalışırken, sen bütün bir yazı, saz çalıp türkü söyleyerek geçirmişsin. Ilık gölgeli bir söğüt dalının üzerinde, yan gelip yatmışsın.

Sonra kışın soğuk nefesini ensende hissedince, soluğu karıncanın kapısında almışsın.

Neyse artık üzülme, sevgili Ağustos böceği. Çünkü ben her şeyi öğrendim. Karınca bana olan biteni bir bir anlattı. Ve gerçeğin, gazetelerde çıkan haberlerden çok farklı olduğunu gördüm.

Artık biliyorum ki, senin hikâyen de, hepimizin hikâyesi gibi, annenin karnında başladı.

On yedi sene kadar önceydi. Annen seni tabii sen o zamanlar minicik bir yumurtaydın kocaman bir ağacın küçük ve taze bir dalının içine yerleştirdi.

Bir süre sonra yumurtan çatladı ve mini minnacık bir kurtçuk olarak dünyaya geldin. Tam dört hafta boyunca, içinde bulunduğun o taze dalın öz sularından içerek beslendin.

Daldan dışarıya çıkma vaktin geldiğinde, yanında ne annen, ne de baban vardı. Çünkü onlar çoktan bu dünyadan gitmişlerdi.

Allah sana çok kuvvetli bir çift ön ayak ve gagaya benzer bir ağız vermişti. Onları kullanarak daldaki yarıktan çıkmayı başardın.

Sanki bir yerlerden bir emir gelmişti ve sen ona uymak zorundaydın. Kendini, hiç düşünmeden ağaçtan aşağıya attın.

Düştün, düştün, düştün...

Toprağa değer değmez, hemen o güçlü ön ayaklarınla kazmaya başladın.

Kazdın, kazdın, kazdın...

Sonunda ağacın köklerinden birine ulaşmayı başardın. Çok yorulmuş ve çok acıkmıştın. Kökü gaganla ısırıp, öz suyunu içmeye başladın.

İçtin.. içtin.. içtin...

Sonra başka bir köke doğru yeni bir tünel kazmaya başladın.

Sonra da bir başka köke doğru yola çıktın. Sonra bambaşka bir köke doğru...

Tam on yedi yıl boyunca, o kök senin bu kök benim dolandın durdun. Hem de toprağın altında tüneller aça aça, toprağı kaza kaza!

Eğer La Fontaine bunu bilseydi, senin için tembel ve uyuşuk der miydi hiç?

On yedi yılın sonunda yeryüzüne çıkma vaktin geldi. Büyümüştün. Üzerinde kalın bir kabuk vardı. Kabuğun altında ise, ne işe yaradığını toprağın altında asla bilemeyeceğin, kanatların.

Sana o incecik zar gibi kanatları, toprağın karanlık ve kat kat altındayken veren Allah, bir gün onlara ihtiyacın olacağını biliyordu elbette.

Mevsimlerden yaz, aylardan Ağustos ve ılık serin bir sabahtı. Toprağın üstüne çıktın. Burası kocaman bir ormandı.

Bir-iki gün kendine gelemedin. Eh haklıydın, sabırla ve tevekkülle toprağın bağrında geçirdiğin on yedi yılın sonunda, yeryüzünü görmek, güneşi hissetmek, dalların ve yaprakların arasından da olsa, azıcık da olsa gökyüzünün maviliğini, o maviliğin içinde koşup giden bembeyaz bulutları seyretmek, aklını başından almıştı.

“Allah’ım” diyordun. “Dünyan ne kadar da güzelmiş!”

Derken, üstündeki o kaba ve sert kabuk yırtıldı. Kanatlarını ilk defa açtın ve güneşte kurumaları için bir süre bekledin.

Sonra da kendine şöyle bir baktın.

Gövdenin arka tarafında, nefes alıp verdiğin yere yakın bir yerde, çok sert iki kabuk gördün. Üzerleri ince bir zarla kaplıydı ve zar çok gergindi. Kısa bir süre sonra da, bu kabukların vücudundaki bazı kaslarla bağlantılı olduğunu keşfettin. Ama asıl keşfin, bu kasları çekip bıraktığında o sert kabuklardan ve zarlardan çok ilginç bir sesin çıkıyor olmasıydı. Üstelik, vücudun, saniyede 500 kez o kasları çekip, bırakacak şekilde yaratılmıştı.

“Bu harika!” dedin kendi kendine. “Ben bunlarla şarkı söyleyebilirim!”

Evet, La Fontaine’in haklı olduğu tek nokta, senin bütün bir yaz şarkı söylüyor olmandı. Ama ne için? İşte bunu La Fontaine bilemezdi. Bilemediği için de seni, geveze bir gürültücü olarak yazdı.

Ama ben, bu işin de aslını öğrendim.

Sevgili Ağustos böceği. Belki biliyordun, belki da sadece hissediyordun. Toprağın üstünde sadece dört hafta yaşayacaktın. Ve yapman gereken çok önemli işler vardı.

Sen erkek bir Ağustos böceği olduğun için, hayatın sona ermeden önce, kendine bir eş bulmalıydın. Bu koskoca ormanda, senin gibi milyonlarca böceğin içinde, kendine uygun eşi nasıl bulacaktın? Elbette şarkı söyleyerek!

Çok acelen olduğu için, gece gündüz demeden şarkı söylemeliydin.

Nihayet kendine bir eş buldun. Mutlu bir yuva kurdun. Artık eşinin yapması gereken, tıpkı annen gibi yumurtalarını bir ağaç dalının içine yerleştirmekti! Çünkü ancak bu böyle devam ettiği sürece, ormanlar, ağustos böceklerinin şen şarkılarından yoksun kalmazdı.

Siz çok önemliydiniz! Şarkılarınız da çok gerekli! Çünkü pırıl pırıl gökyüzünde yıldızların ve ayın gülümsediği yaz gecelerinde, sizin şarkılarınızı dinlemeliydik biz. Bazen kocaman ormanların derinliklerinden, bazen de evlerimizin bahçesindeki yaşlı bir mürdüm eriğinin dalları arasından seslenmeliydiniz:

“Allah’ım dünyan ne güzel! Dünyan ne güzel Allah’ım! Sen ne güzelsin!”

Bazımız duyacak, bazımız duymayacak; bazımız anlayacak, bazımız anlamayacaktı sizin şarkılarınızı... Ama siz hep söylemeliydiniz.

Ve Ağustos ayı bittiğinde, ağustos böceği yumurtaları, incecik dalların içinde, pembe pembe uyurlarken; sen, günlerdir gece gündüz söylediğin şarkıları, aniden bitiriverdin. Serince bir Eylül sabahıydı, daldan düşüverdin ağustos böceği...

Dünyadan gitme vaktin gelmişti artık. Havalar soğumadan, kış hiç gelmeden gidiverdin. La Fontaine bari bu kadarcığını bilseydi değil mi?

Takma kafana, boşver! İçin rahat olsun. Nasılda dopdolu bir hayat yaşadığını hepimiz öğrendik artık.

Umarım bu mektup sana ulaştığında, sen hâlâ o yaşlı mürdüm eriği ağacının dalları arasında şarkı söylüyor olursun. Biliyorum Eylül geldi, biliyorum ben geç kaldım... Ama yine de umuyorum ağustos böceği...