Cenab-ı Hakk’ın mahlûkatı yaratmakla, hem kendi manevi cemalini ve kemalini mahlûkat aynasında bizzat müşahede ettiği, hem de bu tecellileri mahlûkatına seyrettirdiği, Nur Külliyatı’nda bir derste ifade ediliyor. Bazıları bu ikinci şıkkı bir ihtiyaçmış gibi değerlendiriyorlar.
Bu gibi yanlış anlamalara ve yersiz vehimlere kapılmamak için şu temel hükümlerin öncelikle bilinmesi ve nazara alınması gerekir:
- Allah, kelâmında bildirdiği üzere, “Ganiyyün-anil-âlemîn”dir. (Âl-i İmrân, 97) Bütün âlemlerden müstağnidir. Yani, yokluktan varlığa çıkardığı, yaratıp terbiye ettiği ve her türlü ihtiyaçlarını gördüğü şu mahlûkat âleminin hiçbir şeyine Allah muhtaç değildir.
- Allah, Samed’dir. Yani, her şey Ona muhtaçtır, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir.
- Allah, Vacibü’l-Vücûd’dur. Mahlûkatın vücutları (varlıkları) mümkin sınıfına girer; yani olmalarıyla olmamaları müsavidir (eşittir). Allah’ın irade etmesiyle yokluktan kurtulup varlık nimetine kavuşurlar. “Mümkinin varlığı Vacib’in varlığına nispeten zayıf bir gölgedir.” Bu zayıf gölgelerin varlıkları gibi, tefekkürleri, temaşaları, takdir ve tahsinleri de gölge makamında kalırlar.
- Allah’ın zâtı mahlûkata benzemediği gibi görmesi, temaşası, sevmesi, gazap etmesi, takdir etmesi de mahlûkatınkine benzemez.
Bu gerçeklerin ışığında, “Cenâb-ı Hakk’ın kendi cemâlini iki vecihle görmek istemesi” bir ihtiyaç olarak değerlendirilemez.
…
Şu var ki, Allah’ın zâtı hiçbir şeye muhtaç olmamakla birlikte isimleri tecelli isterler. Buradaki istemek ifadesi “esmâ” içindir.
“Şâfi ismi hastalığı istediği gibi, Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor. Ve hâkeza…” (Lem’alar, 2. Lem’a)
Hadis-i Kudsîde haber verildiği gibi, “Allah vardı, hiçbir şey yoktu.”
Hiçbir canlı yok iken ve hiçbir rızık yaratılmamış iken de yine Allah Rezzak’tı, ancak bu isim henüz tecelli etmemişti. İşte Rezzak ismi, tecelli etmek için rızıkların yaratılmasını istedi.
Aynı şekilde, Müzeyyin ismi de tecelli istedi. Böylece ziynetli, süslü varlıklar yaratıldı.
Hakîm isminin tecellisiyle mahlûkat âlemine hikmetler, mânâlar, faydalar takıldı.
Allah, rızka muhtaç canlılar yarattığı gibi, güzellikten anlayan, hikmetten, faydadan anlayan idrak sahibi (akıllı) varlıklar da yarattı. Canlıların rızıklanmaları gibi idrak sahiplerinin anlamaları da onların kendi menfaatlerinedir ve Allah’ın bir lütfu, bir ihsanıdır. Allah; “Latîf ve Muhsin” isimlerinin tecellisiyle bu varlıklara bu ikramlarda bulundu.
Allah’ın, zâtı itibariyle, bunların hiçbirine muhtaç olmadığı her aklın rahatlıkla tasdik edeceği açık bir gerçektir. Esmânın tecelli istemesi ise ayrı bir meseledir; bunları birbirine karıştırmamak gerekir.
Şimdi aklımızla vicdanımıza birlikte seslenelim:
Rezzâk olan Allah, rızıkları yaratmasa daha mı iyi olurdu, yoksa böylesi mi daha iyi oldu?
Muhyi olan Allah, hayat sahiplerini yaratmasa mı daha iyiydi, yoksa yaratması mı daha iyi oldu?..
Allah, lütfuyla bu ikinci şıkkı irade etti ve mahlûkatı yarattı.
“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeye muhabbet ettim (bilinmek istedim) de mahlûkatı yarattım.” hadis-i kutsîsi bu gerçeğin en güzel ifadesidir.
Bazı Hak dostları, bu hadîs-i kutsî ile “Rahmetim gazabımı geçti.” hadis-i kutsîsini birlikte değerlendirir ve derler ki, “Allah bu âlemi yaratmasaydı esmâsını tecellisiz bırakmış olurdu.”
…
Not:
Ayet: Sözü, lafzı ve manası Allah’a ait kelam, vahiy.
Hadis-i Şerif: Sözü de manası da Peygamber Efendimize ait söz.
Hadis-i Kudsî: Manası Allah’a, ifadesi, lâfzı Peygamber Efendimize ait söz.
Kur’ân ile nebevî hadis arasında yeralan kudsî hadislerin ‘kutsal’ olması mânâsının Allah’a ait olmasından; ‘hadis’ diye adlandırılması ise, Hz. Peygamber (asm) tarafından sözlü ifade edilmiş olmasındandır.