BİLİM NEYİ GÖSTERDİ?
Newton’un başına elma düşmesinden Einstein’ın iki dünya savaşı arasında geliştirdiği “görecelilik kuramı”na kadar geçen sürede dünyayı aydınlattığı varsayılan bilim ve peşi sıra gelişen sosyal yapı, evrendeki konumumuzu ne ölçüde tarif ediyor?
Samanyolu galaksisi içinde yer alan güneş sistemimizde 6 elementin uygun birleşme ve ayrışma özelliklerine sahip olması sonucu var olabilen dünyamızda aydınlanmanın bilimi, zamanı hiç durmayan sabit bir saat gibi tasarladı. Zaman ve mekân herkes için aynıydı. O halde bilimin yasaları her şeye yön verebilir, bu yasaları ortaya koyan, evrene hükmedebilirdi. Evren sonsuz ve sabitti ve her şeyin bir nedeni vardı. Yapılması gereken neden-sonuç ilişkilerini izleyerek dünyaya yön vermekti. Nitekim aydınlanma düşüncesi dünyaya yön verme işini son üç yüz yıldır hiç kimseye kaptırmadı.
Bugün aydınlanmanın temel yasaları güç-iktidar ilişkilerine yön vermeye devam etse de Einstein ve evrenin büyük bir patlamayla hiçlikten meydana geldiğini öne süren Büyük Patlama teorisine katkı sunan yüzlerce astronom sayesinde aydınlanmayla öğrendiğimiz her şeyin aslında “tam da öyle” olmadığını biliyoruz. Artık biliyoruz ki evrende “aynı noktadan geçen sayısız doğrular” yok. Evrenden dünyamıza yansıyan ışık milyonlarca ışık yılı öncesinden geliyor. Ayrıca gelen bu ışık doğru olarak değil onu gözlemleyene göre değişerek geliyor. Evren plazmatik bir yapıya sahip olduğu için zamanda kırılmalar ve esnemeler yaşanıyor. Ve bu uçsuz bucaksız evrende hiçbir şey bizim ölçerek denetim altına alabileceğimiz kesinlikte değil. Bu bulgular hiç şüphe yok ki yeni bir çağın başlangıcını işaret ediyor.
Simon Singh’ın kitabından bilimin evrene getirdiği “en makul” açıklama olan Big Bang’le ilgili her şeyi, anlaşılmaz ve sıkıcı matematik formüllerine takılmadan öğrenebilirsiniz. Daha da önemlisi şunu: Bildiğimiz tek şey aslında hiçbir şey bilmediğimizdir.
***
Kimi Kâbe kapısının halkasına yapışır, kimi meyhanede sarhoş olur düşer. Fakat Allah o sarhoşun tövbesini kabul ettiği takdirde buna kim mani olabilir? Ötekini de kabul etmezse kim yerine getirebilir? Ne Kâbe’deki kendi amellerine güvenebilir, ne de sarhoşun yüzüne tövbe kapısı kapanır.
(Sadi-i Şirazi tövbe kapısının herkese açık yolunu ne güzel gösteriyor.)
***
AVRUPA’NIN YALANLARI
Hayret etmek insanı düşünmeye kışkırtan bir özellik. Düşündükçe de insan kendisine doğrultulan ne kadar fikir varsa, onları almadan önce bir sorgulama yoluna gider. O zaman nasır tutmuş ne kadar “gerçek” varsa yeniden tartışmaya açılır, yeniden o gerçeklere isimler verilir.
Mesela, haritalar ne kadar masumdur? Avrupa’nın emperyalist zihninin harita çiziminde de sürdüğünü şöyle dile getirir:
“Kendi toprağını bir yarımada iken bir kıta olarak görüyor da Avrupalı, kendi sözde ‘kıta’sının toplam nüfusundan çok daha kalabalık bir ‘ülke’ olan Hindistan’ı neden ‘yarımada’ konumuna layık görüyor dersiniz? Ya dünyanın en kalabalık nüfusuna sahip olan Çin neden bir ‘ülke’dir sadece de onun onda biri kadar nüfusa sahip olan Avrupa, Avrasya’nın geri kalanına denk bir ‘kıta’ olarak resmedilir haritalarda?” diye soruyor.
Avrupa’nın gerçeklik olarak ortaya sürdüğü bilgilerin, aslında hiç de doğruluk taşımadığını, bilakis kendi imajını koruma altına almak için sürekli gündemde tutulan uydurmalar olduğu iddiasını taşıyan birçok konuya değiniyor Mustafa Armağan. Son kitabı, “Avrupa’nın Elli Büyük Yalanı” Avrupa hakkında bilinen resmi tarihin sınırlarını altüst edecek tezlerle dolu.
***
Elden gittikten sonra şu dört şeyin geri döndürülmesi imkânsızdır:
• Düşünmeden ağızdan çıkan bir söz.
• Yaydan fırlayan bir ok.
• Olmuş bir kaza.
• Boşuna harcadığın ömrün.
Feridüddin Attar, bir defa yaşanacak ömürde, telafisi imkânsız adımları atmamak konusunda dikkatleri çekiyor.
***
BİR KARA MİZAH ÖRNEĞİ: CALLISTO
Amerikan halkının büyük çoğunluğunun dünyada olup bitenler hakkında bilgi sahibi olmadığı konusu sık sık gündeme geldi. Sanal ortamlarda dolaşan sokak röportajları bunu apaçık gösteriyordu. Bazı Amerikalıların Irak’tan sonra Fransa ile savaşacaklarını düşünecek kadar gerçekliklerden kopuk olması bir hayli düşündürücüydü. Torsten Krol imzalı “Callisto Yanlışlıklar Komedyası” adlı kitap da dünyada olup bitenden habersiz kasabalı bir Amerikalının trajikomik hikâyesini anlatıyor.
Hikâyesinde sıra dışı bir karakter olan Dean Captain’a Müslümanlar hakkında şu yorumu yaptırır: “Onların olaylara karşı farklı bir bakış açıları ve kendilerine ait bir dinleri var. Bu konuda bazı kitaplar okuduğum için biliyorum. Kur’an adını verdikleri kendilerine ait bir İncilleri var ve içinde bilgelik dolu mesajlar yer alıyor. Ancak buralarda hiç kimse bunu okumuyor. Bu yüzden bizi sevmiyorlar, çünkü hiçbir zaman deneme çabası göstermedik. Onların nasıl hissettiklerini anlayabilirsin. Hatta bizden daha iyi insanlar bile olabilirler bunu hiç düşündün mü?”
***
KADER VE İNSAN İRADESİ
“Hem kader var, hem de insanın hür iradesi. Şöyle söyleyelim: Kader insan iradesini zorlamıyor, onu iptal etmiyor ve insanı iradesini elinden alarak ve hükümsüz kılarak yönlendirmiyor. Bu konu kader konusunun bel kemiğini oluşturan konudur. Zaten soruların çoğu da kader ve irade ilişkisi etrafında yoğunlaşmaktadır.”
Prof. Dr. Murat Sarıcık, kaderle insan iradesi arasındaki bağlantıyı böyle açıklıyor.
***
GÜÇ KAYNAĞI KUR’AN-I KERİM
Alman Milli Takımı’nın Türk kökenli başarılı futbolcusu Mesut Özil, maçlardan önce milli marş söylenirken Kur’an-ı Kerim’den ayetler okuduğunu söyledi.
Mesut, “Kölner Express” gazetesine verdiği röportajda, maça çıkmadan önce Kur’an-ı Kerim’den ayetler okuyarak dua ettiğini belirterek, “Kur’an’dan ayetler okumak bana güç veriyor. Bunu yapmadığım takdirde kötü bir hisse kapılıyorum.” dedi.
Mesut, Alman Milli Takımı’yla oynadığı ilk resmi maçtan sonra çok övülmesinin kendisi üzerindeki etkisinin sorulması üzerine, “Ben hâlâ eski Mesut’um. Sahada olduğumda mutlu oluyorum. Oyuna gaz vermek istiyorum. Fazla övülmek beni şımartmayacaktır. Bir süre sonra tanınmaktan dolayı dışarıda rahat dolaşamamak beni rahatsız etmez. Benden gelip imza isteyenlere imza vermek benim için bir şereftir.” diye konuştu.