Şoförün arkasındaki koltukta oturuyordu. Gözleri, bu son model otobüsün yağmura göre hızını artıran sileceklerine takıldı bir süre. Böyle havalarda değil araba kullanmak yolcu olmak bile ürkütücü geliyordu ona. Sağanak yağmur az önce geçtikleri uzun tünelden sonra birden başlamıştı. Oysa yola çıkarken baktığı hava durumu raporlarına göre yağmur beklenmiyordu.
Genç adam banka müfettişi olduğu için bu uzun yolculuklara oldukça sık çıkıyordu. Ruhunu dinlendiren ya da ruhunu dinlediği bir yanı da vardı onun için. Çoğu zaman hayatın akışına kapılıp ikinci plana ittiği konuların muhasebesini yapma imkânı buluyordu. Evinden uzak bir şehirde iki hafta süren bir görevden dönüş yolculuğuydu bu.
Şoförün üzerindeki aynadan gördüğü kadarı ile otobüstekilerin çoğu uyuyordu. Bir ara o da karşı koyamadı gözlerine. Çok geçmeden büyük bir gürültüyle uyandı. Şoför olanca gücüyle kornaya basıyor, avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Yine bir hatalı sollama, yine bir kamyondu bunlara sebep.
…
Şoförün, yolcuların nefesini kesen manevrası, hem çarpışmayı, hem de uçuruma yuvarlanmalarını kıl payı önlemişti. Fakat öyle korkmuşlardı ki, felaketle sonuçlanması beklenecek bir kazadan bu kadar ucuz kurtulmanın sevincini dahi yaşayamamışlardı. Tehlike tamamen geçtiği halde bazı yolcuların kelime-i şehadetleri ve duaları devam ediyordu.
Aklına ölüm geldi. Az önce buradaydı diye düşündü, çok yakınlarından geçip gitmişti. Kalabilirdi ve bu kazayı atlatamayabilirlerdi. Gazetelerde ve televizyonlarda çok sık rastladığı bu tür bir kaza haberinde, yakınlarının bu kez kendisinin ölüm haberini okuyacağı düşüncesi tüylerini ürpertti. Ölümden sonrasını düşünmeden edemedi. İnançlı biriydi. Fakat uygulama aşamasında başarısız olduğunu düşündüğünden, kendisini hazırlıksız hissediyordu.
Hep yapmayı düşünüp yapamadıklarından oluşan uzun bir listesi vardı genç adamın.
İlk sırada, annesini iki küçük çocuğuyla bırakarak Almanya’ya giden ve bir daha dönmediği gibi orada bir Alman kadınla evlenip çoluk çocuğa karışan, birkaç yıl önce de akciğer kanserinden vefat edip vasiyeti üzere cenazesi buraya getirilen babasını affetmek vardı. Annesi bir umutla hep beklemiş, çocuklarına da hiç kötülememiş ve söz söyletmemişti. Babalarıydı onların ve saygıyı hak ediyordu. Böyle söylemişti hep. Fakat nefret etmelerini engelleyememişti. Dedelerine her ay düzenli bir şekilde para göndermiş, kimseye muhtaç olmadan yaşamalarını sağlamıştı. Genç adam da bu sayede üniversiteyi çok rahat okumuş, bir bankada müfettiş olmuştu fakat bir türlü içinden söküp atamadığı nefreti cenazesine katılmasına engel olmuştu.
Müfettişlik sınavını kazandığı için sevinçten havalara uçtuğu o gün, tam içeri girecekken onun evde olduğunu ve kendisi ile konuşmak istediğini söylemişti annesi. “Hastalığı çok ilerlemiş, helallik almak istiyor” demişti. “Sakın saygısızlık etme” diye de eklemişti. Fakat o içeri girmemiş, hemen kaçmıştı oradan. Yüz yüze gelmek istememişti. Annesini ve kız kardeşini kandırabilirdi fakat kendisini kandırmasına hiçbir zaman izin vermeyecekti. Hakkını helal etmiyordu.
Oysa şimdi bu kazada ölseydim, her şeyi sıfırlayan ölüm, bu nefreti de anlamsız kılacaktı diye düşündü genç adam.
Üniversite son sınıfta iken vefat eden dedesi geldi aklına. Tanıdığı insanlar içinde inandığı gibi yaşayan nadir insanlardan biriydi. Ölüm şeklide ona çok yakışmıştı, namaz kılarken secde halinde vefat etmişti dedesi. “İnsan kendi ölürse bu ebedi kavuşmaktır, bir sevdiği ölürse bu geçici ayrılıktır” derdi. Uzun yıllar önce vermişti toprağa nenesini. “İnsanın bir yakını ölmeden, onu toprağa vermeden tam anlayamaz anlamını hayatın, çevresindeki her ölüm bunun içindir, o manayı bulsun, anlasın diyedir” derdi. Babası ile ilgili de onu hep uyarmıştı:
“Babana bende çok kızmıştım fakat senden helallik isteyene hakkını helal etmen gerek evladım. Yoksa sana ömrünce ağır bir yük olur. Sadece bu dünyada yük olsa iyi, ahirette de bırakmaz peşini.”
Güneş doğmaya başlarken bitti yolculukları. Bir taksiye atlayarak önce şehrin biraz dışındaki mezarlığa gidip babasının mezarını ziyaret etti. Annesi hep bahsederdi “Hemen girişte iki servi arasında” diye. Yeri çok güzel derdi, sanki ölene manzara gerekirmiş gibi. Aslında niyeti başkaydı. Ona direk söylemezdi fakat anlardı genç adam, babasını mezarında ziyaret etmesini, affetmesini, hakkını helal etmesini çok istiyordu annesi. Bu sabah dedesini de annesini de çok iyi anlamıştı. Mezarının başında şimdi o, babasından helallik istiyordu. Gerçekten de üzerinden büyük bir yük kalkmıştı. Babasını affetmek ve hakkını helal etmek onu çok rahatlatmıştı.
Eve geldiğinde daha erken olduğu için zile basmadan anahtarı ile açtı kapıyı. Eşi odalarında çocuklarla birlikte uyumuştu. Onlara uzun uzun baktı. Onun için çok değerliydiler. Üzerleri açılmıştı. Örttü. Kendisi de salondaki kanepeye uzandı.
Uyandığında mutfaktan çocukların sesleri geliyordu. Eşi kahvaltılarını hazırlıyordu. Mutfak salonla birdi. Onları görebiliyordu. Eşinin onu kaldırmamasına, ana sınıfına giden bu iki minik canavarın onu neden uyandırmadıklarına şaşırmıştı. Böyle bir durumda ikisinin de üzerine çullanmış olması gerekiyordu. Hep öyle yaparlardı.
Biri kapının zilini ısrarla çalmaya başladı. Yattığı yerden kalkmak istedi. Fakat nedenini anlayamadığı bir şekilde hiçbir yerini kımıldatamıyordu. Eşi ondan önce davranmıştı. Yanından geçtiği halde onu görmedi. Ona seslenmek istedi fakat dudaklarını bile oynatamıyordu.
Eşi kapıyı açtı. Gelen bir jandarmaydı. Aralarında bir duvar olduğu halde garip bir şekilde onları hem görebiliyor hem duyabiliyordu. Görevli, telefonla ulaşamadıkları için bizzat gelip haber vermek istediklerini özür dileyerek izah etti ve sonra genç adamla ilgili bazı bilgileri teyit ettikten sonra:
“Çok üzgünüm efendim” dedi.
“Bu sabaha karşı eşinizin de yolcuları arasında olduğu otobüs bir kaza geçirmiş. Hastaneye gelmeniz gerekiyor.